.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

asitine kurban

gerek blogda gerek sözlükte gerek ntvspor'da yenilsen de yensen de programımızda şu meşhur asitli asitsiz kola muhabbetini açan bendim. orda da burda da çokça tartıştık ve ben kupa finalinde fenerbahçe'ye karşı olası bir mağlubiyetin bu sene gelecek şampiyonluğun tadını kaçıracağını üstüne basa basa vurguladım. çarşamba geceki muhteşem maçtan bu yana bir türlü yazmak kısmet olmadı ama işte şimdi bağıra bağıra haykıra haykıra yazıyorum. hem ezeli rakibini sahada ezerek 4 gollü bir zafer yaşatan, hem büyük maçlardaki olumsuz havayı tam da önündeki kritik g.saray maçı öncesi dağıtan tüm oyuncularımıza teşekkür edip ekliyorum. olm nasıl bir asitlendirmektir öyle kolayı, boğazımızı yaktı tadından içilmedi:)
15 Mayıs 2009 Cuma

Sokak Ruhu

Eylemsizlik de iyidir. Bir taraftarın bir iç saha maçında, hatta tüm sezonda; takımının süregelen ruhsuz oyununa veya yönetimin karaktersiz tavırlarına, sahadaki oyuncusunun çirkefliğine vs.. tepki olarak maça gitmemesi. Veya milli maçlarda milli hezeyanların parçası olmak istememesi vs.. Hatta tv başında dahi izlemeyi reddetmesi. Bunlar da yerine, durumuna ve bakış açına göre güzel şeyler. Futbolu sevelim, hem de yerinde sevelim, peşinden gidelim derken; sokak futbolunu da unutmamak gerekiyor. Futbol o iş için para alan adamların takımlarından mürekkep değil. Halı saha yapmak için boş alanlar nasıl bulunuyorsa, aynı büyüklükte çim sahaların yapılması gerekiyor. Mahalle maçlarının değerinin artması, profesyonel futbolun pisliğinden bunalanların mahalle maçlarına akın etmesi, yüzlerce kişinin amatör ruhun peşinden gitmesi gerekiyor. Endüstri canı sıkıldığı zaman çeker gider. Futbolun can damarı sokaktır, hatta günümüzde halı sahadır. İş 3 büyük stadın takipçisi olmak veya yükselme grubu maçlarını takip etmek de değil sadece. Galatasaray-Fenerbahçe maçı oynanırken halı sahada 7'ye 7 kendi maçını yapan adamlara selam olsun. (Beşiktaş oynuyorsa başka..)

I Have A Dream

I have a dream; aslında paran olacak eve bilardo masası alcaksın.. Değil tabi ki diyeceğim. Bu hafta Eskişehirspor-Antalyaspor maçındaki golleri görünce biraz gaza geldim, ne yalan söyleyeyim. Hayal o ya, bizim Batuhan çocuk yaşta yaşadıklarının ardından kiralık olarak gittiği Eskişehirspor'dan tam bir profesyonel olarak dönüyor yuvasına. Doğum tarihine bakıyoruz, 24 Nisan 1991. Haylazlıktı, şımarıklıktı derken bir de bakmışız ki 20 yaşında Beşiktaş tarihinin en genç kaptanı oluyor iki sene sonra. Peki Batugol'ün arkasında kim mi var? 13 ocak 1995'te dünyaya gelmiş olan yeni solağımız, Muhammed Demirci. Batu kaptanlığı aldığında o da henüz daha on yedi, on yedi, 17'ymiş... Bekle ki olgunlaşsın ekolünden değil, çıkar çıkmaz çakan genç futbolcu ekolünden başlıyorlar takımı sürüklemeye. Kim bilir arkalarını orta sahada Necip Uysal süpürüyor, Batu'nun yanına Nihat Kahveci geliyor, "Özkaymak Forveti" oluşturuluyor vs vs vs..

Başkalarının gerçeklerinin bittiği yerde bizim hayalimiz böyle başlar ve hemencecik biter. Tekrar gerçeklere dönecek olursak; Beşiktaş U-14 Akademi Takımı bugün Bucaspor'u 3-0 yenerek Türkiye şampiyonu olmuş. İki gol, Muhammed Demirci'den. Tebrikler emeği geçen herkese.Bizim Mami videoda da göreceğiniz üzere bayağı büyüyüp, serpilmiş. Berbere de "10 numara saçı kes abi" demiş anlaşılan. Beşiktaş adına son yılların en heyecan uyandırıcı wonderkid'i yavaş yavaş ayak seslerini duyurmaya başladı, bakalım filmin devamı nasıl olacak?..

Mustafa Sarp

Galatasaray'ın yıllar yılı Türk oyuncular konusunda sıkıntı yaşamasının nedir acaba? İyi bir strateji izlemeleri elbette. Ülke standartlarının üzerine çıkan her oyuncu için takipte oldukları için... Şimdi Mustafa Sarp tek başına değerlendirildiğinde "olsa da olur olmasa da olur" diyebilirsiniz. Sözleşmesi sezon sonu bitecek, maliyeti yok. Lig 6.sı Bursa'nın önemli bir parçası... Bu, neresinden bakarsak bakalım akıllıca bir hamledir. Bizim yıllar yılı yapamadığımız onlarca hamlenin sadece birisidir. Örneğin Yusuf Şimşek'in sezon başında bonservisi elindedir ama kimse almayı akıl etmez. Yusuf aynı Yusuf işte. 6 ayda futbolunu mu geliştirdi bu adam? 10 senedir sol bek aramaktayız. Hakan Balta yıllarca orada durmadı mı? Neden Galatasaray aldı da biz almadık? Mehmet Topal'ı neden biz almadık? Gökhan Gönül'ü neden Fenerbahçe keşfetti? Oysa Ersun Yanal Gökhan Gönül'ü Gençlerbirliği'ne getirtemedi diye üç gün içinde istifa etmemiş miydi? Yıllar yılı Anadolu'da oynayan ve Anadolu standartlarının üzerinde oynayan Erman Özgür, Yusuf Şimşek, Mustafa Sarp gibi oyuncular bonservisleri ellerinde olduğu sene kadroya katılmazlar? Şu Yusuf'un kadroya kattığı derinlik daha önce sağlanamaz mıydı? Son 20 dakika Serdar Özkan yerine Erman Özgür girse rakibe büyük bir korku vermez miydik? Ertuğrul Sağlam tüm ikna çabalarına rağmen Mustafa Sarp'ın sözleşmesini yeniletmeyi başaramadıklarını söyledi. Sarp - Bülent Korkmaz bağlantısı da göz önüne alınınca hayırlı olsun diyelim...

16 Mayıs 2009 Galatasaray C.C - Beşiktaş C.T Maçı

Yer: Ayhan Şahenk Spor Salonu Saat: 19.30 Erkek basketbol takımımız her zamanki gibi çalkantılı bir sezonun ardından ligi 5. bitirip, 4. bitiren Galatasaray'la eşleşmeyi başardı. Galatasaray da aynı bizim gibi maddi sıkıntılar yaşayan bir durumda. Aynı bizimkiler gibi arada idmana çıkmıyorlar, o gidiyor / bu geliyor. İki takımda da rezillik diz boyu. Tüm bu rezil organizasyonlar içinde ellerinden gelenin en iyisini vermeye çalışan sporcular. Yetenekleri Efes / Fenerbahçe Ülker veya Telekom ayarında değil elbette. Yapacak bir şey yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi demişler. Bu takımlar da öyle yürüyor. Neyse, Beşiktaş armasının bulunduğu her branşta şampiyonluğa adayız ya. Yine Beşiktaş aşkıyla salonda veya televizyon karşısında destekleyeceğiz Siyah / Beyaz'ı. Maça, anlaşma gereği Beşiktaş seyircisi alınmıyor. Seri 0-0'lik eşitlikle başlıyor. Üst sırada bitirdikleri için son maça kalırsa onların sahasında oynanacağı için 1 maç dışarıda kazanmak gerekecek. Olmayacak şey değil. En azından kazanacağımız maç ilk maç olsun da psikolojik üstünlüğü ele geçirelim...

Kupa Ası, Kupa Beyi ve Kupa Kızı

Oh be. Neydi o öyle. Alışmamışız sonuçta bu kadar üst üste Fenerbahçe mağlubiyetlerine, her maç asap bozan sus işaretlerine. Özlediğimiz Fenerbahçe dün sahadaydı sonunda. En son Jean Tigana zamanındaki kupa maçının ilk ayağında, İnönüde Delgado'nun asisti sonrasında Bobo'nun golüyle gelen galibiyetten sonra kısmet bu kupa maçınaymış artık. Kupadan, kupaya.
Galibiyetler sonunda, aman durun sevinmeyin, skora aldanmayın diyenlerden olmadım hiç. Skor iyiyse, en azından bir süreliğine sevinilmeli. Futbol bu kadar salt taktik, teknik gelecek kaygılı izlenince artık zevk vermez oluyor. Hatta sırf bu yüzden maç içinde fazla bu tip konulara takılıp maçı mundar etmem. Anı yaşa, tadını çıkar. Dün de tadını çıkardım açıkçası. Güzel bir atmosferde izledim maçı her şeyden önce, dostlar sağolsun...
Hava ayaz mı ayaz, şort siyah forma beyaz güzeldi. Belki de bu yüzden, sanki geçmişte oynanmış ta banttan yayınlanıyormuş gibi başladı maç. Maç başlar başlamaz da, Ernst ve Cisse'nin varlığının Beşiktaş'ta yarattığı fark görüldü. Hem öndeki ribaundlara hem de gerideki açıklara hızır gibi yetişti ikisi de. Zaten ilerideki oyuncuların daha iyi gözükmelerinin de müsebbibi bu ikili. O kadar çok ekstra top kullanma imkanı sağladılar ki dün Tello, Yusuf, Bobo ve Holosko'ya, aslında o ekstra toplarda sadece yetenekleri ile değil biraz da oyun zekaları ile oynayan futbolcular olsaydı ön tarafta, skor daha ilk yarıda farklı olurdu. Zaten dün sahadaki takımları ayıran en önemli fark da buydu. Bir tarafta iştahlı, yetenekli ancak bir o kadar oyun zekası pek parlak olmayan isimlere sahip Beşiktaş, bir tarafta da sadece oyun zekası ile bile büyük maçlarda öne çıkmayı başaran Fenerbahçe. Bu oyun zekasının farkını en net, Deivid De Souza'nın verdiği iki gol pası (biri gol oldu diğerini Semih kaçırdı) ile Holosko'nun iki kere sağdan inip birinde veremediği gol pasında, diğerinde Bobo'nun doğru yere geç hareket ettiği pozisyonlarda görebiliriz. Sorun yetenek değil, Holosko, Bobo, Tello gibi isimler elbette ki topu iyi kullanıp, istedikleri yere gönderme yetisine sahip, pozisyon almakta sıkıntıları yok ancak işin "futbolu bilerek oynamak" dediğimiz kısmında biraz pratik eksikleri var. Zira bazen pas verecek yerde şut çekmek bazen şut çekmeleri gereken yerde pas vermek gibi arızaları ya da doğru zamanda doğru yerde olamamak, rakip stoperin yapabileceği hatayı öngöremeyip ona göre pozisyon alamamak gibi eksikleri olabiliyor. Olsun. Oyun zekası eğer isminiz İbrahim Üzülmez değilse, gün be gün gelişebilecek birşey, tabi doğru ve sağlıklı bir ortamda ve şu an içinde o sağlıklı ortam yakalanmışa benziyor.. O yüzden enseyi karartmamak gerek.
İşte maç bir tarafta her geldiğinde kapanan Beşiktaş'a karşı tehlikeli pozisyonlar bulan Fenerbahçe ile, defansta az adamla yakalanıp tehlikeli olması beklenen ancak Beşiktaşlı futbolcuların yanlış tercihleri nedeniyle erken biten Beşiktaş akınları ile devam ederken sahneye Bobo çıktı. Takım iki kupaya giderken, şu an için bir kahraman eksikliği vardı ve bu yüzden kalan dört maçta kupalar gelcekse en az bir kahramanın çıkacağını düşünüyordum. Dün için o kahraman Bobo'ydu. Ankaraspor maçında verdiği iyi sinyalleri bu maçta doruğa ulaştırdı ve maçı kopardı. Gerçi kendisinin bir Fortis Türkiye Kupası fetişi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye kupasında attığı gol sayısı dün itibariyle 20'yi geçti ki, bu neredeyse lig performansına yakın. O yüzden kendisine "Kupa Ası" demek gerekiyor. Ha keza, son 4 yılda bu kupayı 3 kere kazanma başarısını gösteren Beşiktaşa da "Kupa Beyi" yakıştırmasını yapmanın vakti geldi artık. Ha bir de "Kupa Kızı" var ki, onu da herkes biliyor tabi ki..

Televizyon Beşiktaş'lılığı

Ben maça gitme alışkanlığı olan bir futbol sever değilim. Veya değildim diyelim. Bu sene kombine aldım. Bir kaç yıl önce de almıştım. Kombine aldığım seneler dışında senede gittiğim maç sayısı 2-3'tür. Ancak televizyonda tüm hayatım boyunca kaçırdığım maç sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hatta tekrarlarıyla falan Beşiktaş'ın oynadığı maç sayısından daha çok sayıda Beşiktaş maçı izlemişimdir. Şimdi bunun ne gibi bir anlamı var. Yuki The Zorba'nın geçenlerde bir tesbiti oldu. Benim stada gidip gelmemle birlikte bazı fikirlerimin değiştiğini söyledi. Hangi fikirlerimin değiştiği, değişmediğinden öte bence maçta olmakla olmamak arasındaki farkı ortaya koymak lazım. Yine Yuki The Zorba'nın fikrine göre, bir Beşiktaş'lı, gelebilecek durumu varsa maçlara gelmeli. O semtin kokusunu almadan, sesini, sözünü duymadan, o stadyum atmosferini hissetmeden maç yorumu olmaz diyor. En azından doğru olmaz diyor. Şimdi bu noktada belki de bunu en iyi görebilecek insan olduğum için kendime bakıyorum. Evet, insan taraftarlarla birlikte olduğunda, o atmosferi 15 günde bir izlediğinde ister istemez o grubun içine dahil oluyor. O duyguyu beraber paylaşıyor ve daha bir duygusal hale geliyor. Oysa televizyon bambaşka bir yer. Bir kere takımla, atmosferle aranda ciddi bir mesafe oluyor. O duygusal bağı kurmak mümkün olmuyor. Duygusal bağ bu kadar yoğun olmadığında da aslında pek de kötü bir şey olmayan; Objektivite devreye girebiliyor. En azından bunun yolu açılıyor. İşte tam da, Beşiktaş-Liverpool'u 2-1 yendiğinde bir televizyon izleyicisi, "Ingiltere'de 5'ten başlar diyebiliyor." Çünkü o, o atmosferi yaşamadı, toptan gelen sesi duymadı, atılan çığlıkları bilemedi. Aslında aynı şekilde, o gün Liverpool'u devirirken maçta olan kişi, ikinci maçın 5'ten başlayacağı gerçeğini ise tam da bu duygusal çeper nedeniyle farkedemiyor, farketse belki yine umurunda olmayacak o da ayrı konu... Neticede ben, "televizyondan maç yorumu", "taraftar yorumu olmaz" diye düşünenlerden biri değilim. Televizyondan, belki de daha net, daha objektif bir bakış açısına sahip olunabiliyor. Kendimden biliyorum. İnsan bir işin içine kendini ne kadar dahil ederse o kadar gerçeklerden uzaklaşıyor. Diyeceksiniz ki, kardeşim sen taraftarsın. Senin ihtiyacın olan gerçekler değil, duygular... Evet bu da ayrı konu. Ama daha önce de dediğim bir kapıya çıkıyor yine. Herkesin futbolu anlamlandırma ve zevk alma biçimi ayrı. Kimi stadyumdaki o duygusal yoğunluğu, Beşiktaş gol yediğinde stadyumda çıt çıkmayan o 5 saniyelik anı yaşamak için stadyuma koşuyor. Kimi gırtlağı patlayıncaya kadar tezahürat yapmak için... Ben ise her stadyuma gittiğimde futbol maçını bir satranç maçı gibi algılayıp, sahadaki 22 kişinin topla birlikte dansını, birbirinin içine girip o mükemmel ahengi yakalamalarını, teknik direktör denen yöneticilerin hamlelerini ve insiyatif alan / alamayan futbolcuların kendi içlerindeki mücadeleyi görmek için gidiyorum... Bazen başarı bir oyuncunun topu kale çizgisinden içeri itmesiyle geliyor, bazen de bir hakem hatasıyla. Ama bazen transfer sezonunda yapılan bir yanlış transferle kaybediyor takımlar başarıyı. Çoğu zamanda yapılan doğru hamlelerle kazanıyorlar kupaları. Neticede Beşiktaş'lıyız veya futbol severiz. Sevdiğimiz şey aynı. Seviş nedenlerimiz ve biçimlerimiz farklı. O yüzden Televizyon Beşiktaş'lısı, Beşiktaş Beşiktaş'lısı, Adana Beşiktaş'lısı diye kategorilere ayırmak yerine hep birlikte şu topun arkasına geçmekte fayda var diye düşünüyorum...

Oyuna Dair

Futbol değişkenleri ve bilinmezleri bu kadar çok olduğu için bu kadar enteresan bir spor. Tahminim Fenerbahçe'nin artık gelenekselleşmiş Beşiktaş karşısında "Patron" olma özgüveniyle daha agresif ve daha etkili başlayacağıydı. Bundan önceki bir çok maç hikayesinde tam da bunu görmüştük. Kazım'ın İbrahim Üzülmez üzerinde 15 dakikada kurduğu hegamonya tüm takıma sirayet ediyor ve hani o Pascal Nouma'nın yumruğuyla biten, "Bizim takım küçüldükçe onlar hiç olmadıkları kadar büyümeye ve küstahlaşmaya başladılar" dediği Leeds maçını andırıyordu her defasında. Maçın başlama düdüğüne kadar olan beklenti buydu. Ancak biz dışarıdan izleyenler olarak asla soyunma odalarında ne yaşandığını, maç konuşmasında neler söylendiğini bilemiyoruz. Nitekim maç başladı ama biz maçın içine giremedik nedense. Sanki bir ağırlık, bir yumuşaklık vardı takımlarda. O ara da zaten yumuşak karakterli olan Yusuf Şimşek kendini ortaya koydu ve skoru değiştirdi; 1-0. Son dönemlerde sıkça söylüyorum; Marka olmak işte böyle bir şey. Bugün Yusuf çok kötü de oynasa rakip oyuncular, rakip teknik direktörler ve tüm futbol camiasında Yusuf'un bir adı var. Elbette oynayan, çalım atan şey "isim" değil ama Yusuf'un sahadaki varlığı bizim dışarıdan belki de çok net göremediğimiz bir etki yaratıyor. Beşiktaş saha içi organizasyonu oturmuş bir takım değil. Hele önünde -iyi kötü- Fenerbahçe gibi bir oturmuş takım düzenine sahip bir takım varsa. Ali Bilgin'i, Uğur Boral'ı tartışırsınız ancak kabul edelim ki bu oyuncular kapasiteleri oranında ne yapacaklarını bilerek oynuyorlar. Beşiktaş, Fenerbahçe'ye oranla bu alanda emekleme döneminde. Neticede oyun hakimiyetinin rakibe geçmesi kadar da doğal bir olay yok. Elbette bunda Mustafa Denizli'nin "bekleme" stratejisinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz ancak kimse Beşiktaş'ın beklerken etkili beklediğini söyleyemez. Klasikleşmiş adam paylaşma hataları, savunma-kaleci uyumsuzluğu derken Türkiye liginin en etkili oyuncularından biri olan Deivid'in akıllı pası ve; 1-1. Yanılmıyorsam Sivok'la birlikte yanlış hamle yapan oyuncu Ekrem Dağ idi. Allah aşkına sormak lazım Ekrem Dağ'ın ne işi var orada. Kendisi en son Antep'te Tello gibi serbest hücumcu olarak görev yapıyordu. Bir oyuncuyu alıp sol beke koymak onun o görevin gereksinimlerini bildiği anlamına gelmiyor ki. Neticede futbol bu, hata cezasını görmezse yazık olurdu ve Beşiktaş'ta yerleşik bir savunma düzeni oturtamamasının cezasını gol yiyerek ödedi. Oyunun devamında top daha çok Fenerbahçe'de kalmasına rağmen daha etkili pozisyonlar bulan taraf Beşiktaş oluyordu. Bunda Bobo ve Holosko'nun etkili koşuları ve onlara uygun toplar atan Tello'nun payı büyüktü. Maç bu şekilde giderken Aragones'ten bir hamle geldi. Alex ve Guiza sahadayken Semih'in girişinde çıkan oyuncu Uğur Boral oluyordu. Bu değişiklik hiç kuşkusuz yıllar yılı oynanan Fenerbahçe - Beşiktaş maçlarını hatırlatıyordu. İki savaşkan orta sahanın, bir savaşkan orta sahadan daha büyük olduğunu yıllarca izlemiş ve ezberlemiş bir takımın taraftarı olmak böyle bir taktiksel bilgi veriyordu. Nitekim yukarıda da dediğim gibi futbol eğer bunun cezasını kesmeseydi ayıp olurdu zaten. Deivid, Alex, Guiza, Semih dörtlüsüne karşılık Bobo,Holosko, Yusuf, Tello dörtlüsü çok daha agresif, çok daha mücadeleci ve çok daha savaşkan kaldılar. Beşiktaş'ın hücum dörtlüsü hem rakiplerini bozup hem de iş yapmaya başlayınca Fener'in geri dönmezleri sırıttı ve yitip gittiler. Beşiktaş cephesinde hiç tartışmasız hak edilmiş bir kupa serüveni oldu. Tartışmasız denince aklına geliyor insanın; bir kaleci, içinde bulunduğu pozisyonun penaltı olmadığını göstermek için Hakan'ın yaptığından başka ne yapması gerekir diye. Beşiktaş şampiyon olur, Fenerbahçe şu sırada bitirir demek işte o yüzden mümkün değil. Dün son dakikada çalınan penaltı gibi penaltılar veya hakem kararları var oldukça bu lig hakkında uzun boylu kelam etmek mümkün değil. O takım kollanıyor, bu takım durduruluyor, Tezgah Var! demiyorum. Ama dünkü penaltı kararı, bir hakemlik skandalı değilse nedir? Neticede Holosko ve Bobo'nun yükselen form durumu oyunda hemen kendini belli ediyor. "Holosko sağ açık oynamaz", "Bobo tek forvet oynamaz"cıların da topları taça çıkmış oluyor. Oynarlar, bal gibi de oynarlar. Oynamak isterlerse tabii ki. Bugün oynamak istediler, oynadılar. Yarın yine oynayamazlarsa bilin ki "Oynamaz" oldukları için değil, oynamadıkları için yaşanacaktır tüm problemler... Sezonun geneline bakacak olursak, Fenerbahçe ve Galatasaray'ı Beşiktaş'tan ayıran çok net bir çizgi var. Beşiktaş'ın kadrosuna tek tek baktığınızda Fenerbahçe ve Galatasaray'a koyacağınız isim sayısı çok az. Ancak Fenerbahçe ve Galatasaray'ın bu tek tek saymaya gerek duymadığım oyuncu kadrosu bir araya geldiklerinde, o isimlerin ayrı ayrı ulaştıkları kalite toplamına ulaşamıyorlar. 3 farklı resim var önümüzde;
  • Oyundan çıkan Lincoln'ün teknik direktörüne küfretmesi (Bu krizin salt bir oyundan alma krizi olmadığını söylemeye gerek yok)
  • Saha içinde Uğur Boral-Deivid, Deivid-Emre kavgaları (Bu kavgaların da takım içindeki hangi problemlerin yansıması olduğunu söylemeye gerek yok)
  • Beşiktaş'ta sezon sonu gönderilmeleri gündemde olan Tomas Zapotocny ve Edouard Cisse'nin ise takım birliktelikleri.
İşte Beşiktaş'ı bu sene başarıya götüren, rakipleriyle arasında bir fark yaratmasını sağlayan temel öge de bence bu.

13 Mayıs'ın Hikayesi, 3 Yıl Sonra Buluşmak Üzere...

Şununla başlayalım... Beyaz forma siyah şort, muhteşem! Ayağımızda Atatürk Stadı'nın tozuyla yazalım ki, unutup harcamayalım güzel anılarımızı... Üç sene öncenin keyfini özlediğimizden, koşarak gitmek istedik güzel şehir İzmir'e, onun yerine birikmiş millerimizi değerlendirip uçakla gidelim dedik... Uğur olsun diye, böyle maçlardan önce forma, t-shirt vs almak lazımdı, gittik aldık ve tabii ki geciktik... Uçağa son çağrıda yetişip İzmir'e gidiverdik... İzmir'de beklediğimiz şahane ortamın demosu uçaktaydı, bir sürü Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı, bir de Lig TV ekibiyle İzmir'e yolumuzu aldık... İzmir'de Krasotkin ile buluşup, hemen Kordon'a Balık Pişiricisi Veli Usta'mıza yollandık. Kordon'da Erman Toroğlu'ndan Metin Aşık'a hatta Bülent Uygun çakması bir şahsiyete kadar bir sürü ünlüyle karşılaştığımız gibi, blog camiasından arkadaşlarımızla da görüştük. Şairler Parkı'ndan Marmara ve Ege, ayrıca blogumuzun müdavimi Taksim Kordon'u inleten grubun neferleriydi :) Yine NTV Spor'da Yenilsen de Yensen de ekibinden Evren, Cem ve Bağış Erten'le de az biraz hoşbeş edip, Kordon'un o müthiş keyfini sürdük. İki taraftan da bir kaç hıyar küfür edip ortamı germe çabasına giriştiyse de, herkes İzmir'in o tembel keyfine kendini kaptırdığından ve rakısını yudumlamanın peşine düştüğünden tatsızlık yaşanmadı. Bilakis, şahane fotoğraflar verdi iki taraf da, yakalamasını bilene tabii... Aşağıdaki fotoğrafta maçtan ne kadar emin olduğumu gözlemlemek mümkün... Balığın tadına birayla cila yapalım deyip, Beşiktaşlıların doldurduğu bir kordon mekanına girdik. Orda biraz semt havası yaşadık ve güzel güzel tezahüratımızı yaptık... Karma mekanların aksine, Fener'le ikili ilişkimizden de bahsetme imkanı bulunca maçın havasına giriverdik... Sonrasında bulunmaz İzmir taksilerinden birine atladık ama ne taksi... İçi mis gibi Gio Armani kokan şahane bir araç... Yolda taksi bulamayan iki arkadaşı da aldık araca, sağolsunlar neşelendirdiler bizi, ordan da 4 gollü tahminler gelince, iyice motive olduk tabii... Bazen insanın içinden geçeni başkasının da söylemesi lazım... Dört gün önce Ankara deplasmanına gidip, 4 golle lider döndük İstanbul'a. O maçtan sonra dün NTV Spor'da gollü biter, 4-2 veya 4-3 deyince sağolsun pek itibar etmedi arkadaşlar ama takımda gördüğümüz ışık, Bobo'nun Nobre tehditi karşısında yeniden hareketlenmiş oyunu ve Delgado'nun muhtemel yokluğu bir şekilde maçın gollü geçeceğini müjdeliyordu... Hakem de maçı alamayınca, bari şu çocuğun tahmini tutsun deyip, penaltı uydurunca tahmin ettiğimiz skoru getirdi sağolsun... Neticede ikinci yarıda sahadan sildiğimiz Fenerbahçe'ye fena bir hüsran yaşattık... Maalesef bu stadın nasıl bir akustiği varsa, kale arkasında bağıranlar semtten Üsküdar'a sesini duyurmaya çalışanlar gibi kaldılar. Üç sene önce olduğu gibi, bu uzak mesafe tezahüratını yine beceremedik. Dolayısıyla seyircilerin maça hiç bir etkisi olamadı. Ama skorun getirisi ve şampiyonluk motivasyonuyla Fener taraftarıyla kıyaslanamayacak kadar iyi gürültü çıkardık İzmir'de... Zaten Fenerbahçe taraftarı 25-30 dakikayı "Hadi kapılara yollanalım yavaştan" psikolojisiyle geçirince, pek seslerini duyamadık... Duyacağımız vardıysa da o mesafeden ses duyulacak gibi değildi... İnönü'den uzakta geçen son 120 dakikada - ki bu 120 dakikayı Delgado'suz oynadı Beşiktaş - 7 gol atınca ve tanımadığımız onbeş yirmi adamla sürekli sarılıp durunca bir sakatlık olacağı belliydi... Ankara'da puromuzla birilerini yakacaktık, atlattık; burda elimizi tırnaklayıvermişler; anlayamadık kim yaptı... Sanırım arkadaki 70'lik amca gitarist tırnağı sahibiydi... Bundan bahsetmek lazım, bir sürü adamla samimi olduk iki büyükşehire yapılan iki yolculukta... Futbol biraz da bundan dolayı güzel herhalde... Benim kadar kişisel alanına meraklı adam bile önüne gelene sarılıyorsa futbol hakikattan şahane oyundur arkadaş... Program dolayısıyla tribünde tanınma hadisesi enteresan olmaya başladı... Kordon'da ve stad çıkışında yine tanıyan arkadaşlar oldu. Kordon'dakini anladım da, o çıkıştaki arkadaşa Krasotkin'le hayret ettik açıkçası... Zifiri karanlıkta nerden tanıdın be arkadaş... Sanırım alnımızın çevresinde kalmayan saçlarla ve göbeğimizin kapladığı alanla ilgisi var bunun... Dönüş uçağı daha da keyifli oldu tabii. 1.30 uçağını Beşiktaşlılar baskın şekilde kaplamıştı, o ayrı konu. Sabiha Gökçen'e gidecek uçak için Fenerliler baya bi bekledi futbolcularını, elbette biz de... Ama maalesef VIP'den kaçırmışlar topçuları... Yoksa yüz ifadelerini keyifle paylaşırdık... Maç içinde arayan tathar'a "senin totemine ölürüm be" diyorum... Sesini duyamadım pek, kusura bakmasın... Maç sonrası arayıp, semtin sesini dinleten Freak'e ise sonsuz teşekkür diyelim... Unutmadan, maçta Bobo'nun attığı ilk golü bizim mekanın önünden geçip küfür ede ede bağıran Fenerli hıyar arkadaşa hediye ediyorum. Bobo'nun ikinci golünü ise bu sene yeterince mutlu ettiğimiz okçu Küçük Emrah'a, Yusuf'un golünü uçakta Cordoba'nın şike yaptığı iddiasına girecek kadar çene ishaline yakalanmış, ve hemen ardından ağzının payını verdiğim Fenerli amcaya armağan ediyorum... Holosko'nun golünü çok beğendim, onu haftaya Pazar yeniden sahaya koymak üzere kendime saklıyorum ve maç keyfimi 04 itibariyle noktalıyorum... Those days are back my friend... Siyah Ulan!

Kupamagazin

-Maçın ikinci yarısı başlamadan önce fenerli futbolcular sahaya çıkıyordu. doğal olarak da cam haznede muhafaza edilen kupanın yanından geçiyorlardı. o esnada fenerli futbolcuların yüzlerini inceledim. yazık lan! nasıl iç geçirerek, nasıl iştahlı bakıyorlardı kupaya. hele alex var ya yeminlen bak şöyle yarım saniye falan bir tereddüt etti. "ulan şu camı kırıp kupaya bi sarılsam, okşasam, koklasam" türevindeki duygular gözlerinden okunuyordu. -lig tv istatistik tutmuş, maç boyunca aragones 384 defa boynunu bükmüş, çenesini sağ avucuna 136 defa dayamış. üç kez uyuklama teşebbüsü geçirmiş. sonuncusunda aziz yıldırım kafasına çakmak atmış da kendine gelmiş. -maçtan önce özel olarak hazırlanan fenerbahçe tişörtünün ön yüzünde sadece kocaman bir kupa resmi varmış. fakat arkadaşlar uzun zamandır türkiye kupası görmedikleri için kupanın kulbunu kıç kısmına koymuşlar. kupa gelmeyince izmirli bir vatandaşa 5o türk lirası karşılığında tişörtleri boş bir arazide yaktırmışlar. -yıldırım demirören'e maçtan önce 3 doz diazem yapmışlar. o yüzden böyle sakin kalmış. hatta ilaç o kadar etkili olmuş ki tören merasiminde şuurunu kaybeden başkana kupayı şişman tüp diye tanıtmışlar. "hacım iki saat sonra büyük teslimat var şu tüpü el at da kamyona atalım" direktifi sayesinde kupayı tutabilmiş. -müthiş yöneticimiz levent erdoğan'ın göbeği yüzünden moda dünyasında bir ilk yaşanmış ve kupa tişörtü ona özel dizayn edilmiş. "only for pregnants" etiketi boynundan aşağı sarkarken görüntülenmiş.

Mizansen!

oturduğum mevki itibariyle, Sarıyer-Beşiktaş minibüsleri ile gidiyorum Beşiktaş'a. Eh, haliyle de parayı uzatırken ineceğin yeri söylemen gerekiyor, "bi' tane Beşiktaş!" diyorum, ş'leri vurgulaya vurgulaya, Beşiktaş'ı heceleye heceleye... "Beşiktaş mı?" diye soruyor şoför, Be-şik-taş! diyorum hevesle.
Bu aralar ama bir şeyler oluyor, istiyorum ki şöyle olsun:
Ben : bir tane Beşiktaş!
Şoför : Beşiktaş mı?
Ben : Be-şik-taş!
Şoför : BE-ŞİK-TAŞ
Minibüs : lay lay lay lay lay lay lay lay laaaay, aaa Be-ŞİK-taaaş!
istiyorum ki o an omuz omuza verelim üçlü çekelim o an, istiyorum ki kol kola şarkılar söyleyelim sahile inene kadar...
Mutluyum, çok özledim...

Kupa Finaline Dair Notlar

- İbrahim Üzülmez'in, Ekrem'in, stoperlerin çoğunlukla adam adama oynadığı bir maçta bu kadar az gol yiyorsak; başta kaleci Hakan olmak üzere, açılan boşlukları dolduran Yusuf'a, Holosko'ya, Ernst'e ve Cisse'ye özel teşekkür şarttır.
- Hücüm elemanları bu kadar ekstra kondisyon ve konsantrasyon ile oynarsa kalan 3 maçta, ne averaj ne puan endişesi kalır. Gökhan Zan'ın muhtemelen yapacağı bir hatayı da kaparız böylece.
- Holosko'nun derdi eşinin hamileliği imiş.
- 3. golden sonra bütün yönetim kurulu ayakta golu kutlarken kös kös oturan Levent Erdoğan'a bir kez daha kıl oldum. Kendisinin takımı sabote eden açıklamalarını biliyoruz zaten ama, gole sevinmeyecek kadar basiretsiz olduğunu hiç düşünmemiştim.
- Fatih Terim Fenerbahçe'ye yüklü bahis oynamış. "Uğur Boral maalesef defansın arkasına sarkamadı." "Ali Bilgin maalesef zıplayamamış.(Bobo'nun 2. golünde)" beyanlarının yanısıra, gollerden sonra büründüğü sessizlik de dikkat çekiciydi. Ya da bu işin esprili kısmının haricinde, kendisinde Milli Takım oyuncularını kendi kulübünün oyuncuları gibi sahiplenme sendromu olabilir ki, benim düşündüğüm bu. Yalnız Emre'ye karşşı soğuktu bugün, ilginç.
- Şampiyonluk golü kondisyonerimiz Stefano Marrone'ye yakışır.
- Tello, yeterli ya da yetersiz, Delgado'nun yaptığı işin 10 mislini yapar. Delgado'nun takıma bir daha girmemesi, en azından bu sene için, ki kalan maçlarda taktik de değiştirmeyeceğimize göre, çok hayırlı olacaktır.
- Nobre'yi özlemişiz.
- Skor 4-1 iken dahi penaltı kararına itiraz eden futbolcularımızı canı gönülden kutluyorum. Ayrıca üfürükten bir penaltı kararıyla Lugano'nun kafa atma olasılığını bir nebze azaltan Bünyamin Gezer'i de bu hakemlik başarısından ötürü kutluyorum.
 
- İbrahim'in saatte 38 km hızla giderken çektiği son şut bence jeneriklik. Kendisi düşmedi ama topa vurduktan sonra, o olmadı.
- Brezilya bayrağının Bobo'nun şortunu tamamen kapatıp bir etek görüntüsü vermedi hiç hoş olmadı. Bobo sana diyorum alo!
- Demirören'in kendisini alttan yukarı görüntüleyen kameramana canlı yayında koyduğu posta güldürdü. "Git oğlum gıdım çıkıyor." falan dedi sanırım kendisi.
- Serdar Özkan ile İbrahim Üzülmez'in saçının bu kadar hızlı uzaması, kellik tedavisinde çığır açacak bir fenomen olabilir.
- Kupayı teslim alırken gözler Toraman ve Delgado'yu aradı. Ne olursa olsun orada olmaları güzel olurdu. (Toraman oradaymış, ama göstermedi kendini çok, bilmem nedendir..)
- Sahanın ortasına bayrak dikme girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Souness'in lanetidir.
- Kolanın asidi geri geldi.

FTK Finali Beşiktaş 4-2 Fenerbahçe

http://www.youtube.com/watch?v=tp9wfyKksp0 Stat: İzmir Atatürk Hakem: Bünyamin Gezer, Tarık Ongun, Asım Yusuf Öz, Mustafa Kamil Abitoğlu (4.) Beşiktaş: Hakan Arıkan, İbrahim Toraman (DK.46 İbrahim Üzülmez), Gökhan Zan, Tomas Sivok, Ekrem Dağ, Edouard Cisse, Fabian Ernst, Yusuf Şimşek (Dk.75 Uğur İnceman), Rodrigo Tello, Filip Holosko, Bobo (Dk.83 Nobre) Yedekler: Rüştü Reçber, Serdar Özkan, Mert Nobre, Erkan Zengin, Uğur İnceman, İbrahim Üzülmez, Zapotocny. Teknik Direktör: Mustafa Denizli Fenerbahçe: Volkan Babacan, Ali Bilgin, Gökhan, Lugano, Roberto Carlos, Deivid, Selçuk, Emre (Dk.67 Deniz), Uğur (Dk.52 Semih), Alex, Güiza. Yedekler: Volkan Demirel, Önder, Vederson, Kazım, Maldonado, Semih, Deniz Barış. Teknik Direktör: Luis Aragones Goller: Yusuf Şimşek (Dk.6), Bobo (Dk.56 - Dk. 74), Holosko (Dk.80) Güiza (Dk. 27), Alex (Dk. 90+1) Fenerbahçe Sarı Kartlar: İbrahim Toraman (Dk.20), Sivok (Dk.33)Lugano (Dk.13), Semih (Dk.85) Fenerbahçe

Che Ya da Feyyaz

Yıllar önceydi... Bir akşam uzun zamandır görmediğim annemleri ziyarete gittim. Gece, o zamanlar 12 yaşlarında falan olan kardeşimin odasını paylaştık. Yerimi yadırgadığım için sabah ezanında uyanmışım. Evdekileri uyandırmamak için kalkamadım tabii ve yatağımda sessizlik içinde beklemeye başladım... Sıkıntıdan yıllar önce benim , artık kardeşimin olan odamızı incelemeye, burada geçmiş yıllarımı, gençliğimi, anılarımı düşünmeye başladım. Benden sonra pek bir şey değişmemişti. Köşede eski bir büfe, üstünde yattığımız karşılıklı iki çek yat, yerde çocukluğumdan beri kullandığımız Isparta halısı ve boyaları dökülmüş duvarda bir benim bir de Che'nin gençlik fotoğrafları... Tek değişiklik ikisinin ortasına özenle asılmış büyükçe bir posterden yarısı ayakta, yarısı oturarak bana bakan, üstlerinde siyah beyaz çubuklu formalarıyla Beşiktaş'lı futbolculardı... Ben de Beşiktaş'lı sayılırdım ama o zamanlar futbolla da, futbolcularla da pek aram yoktu. İçlerinden bir tek arada bir üniversitede gördüğüm Metin Tekin'i tanıdım. Tam posteri incelemeye başlamış, futbolculara, formalarına filan dalmıştım ki ,bir anda içim ürpererek tam karşımda yatan kardeşimi farkettim. Bana doğru yan yatmış ve gözleri açıktı. Ne bir kıpırtı, ne de bir hayat belirtisi olmadan öylece bana, aslında beni de aşıp ötelere bakıyordu. Nasıl korktuğumu anlatamam... Uzun süre hareket edemeden, bir tek kelime söyleyemeden, aklıma gelen bin bir kötü düşünceyle bekledim. Ve sonunda kendimi toparlayıp usulca "Cemil" diyebildim. Cemil bir ölünün canlanışı gibi yavaşça kıpırdadı ve daldığı yerden sıyrılıp sessizlikte fısıldadı. "Efendim abi " Rahatladım. "Napıyorsun sen, uyumuyor musun?..." " Yok abi..." "Oğlum n'oldu, korkutma beni, sabahın bu vaktinde ne düşünüyorsun?" Cemil biraz bekledi ve seslendi "Abi, Feyyaz na'pıyordur şimdi...?" Cemil'in ne kadar kendine dönük , ne kadar saf bir çocuk olduğunu biliyordum ama duyduğuma yine de inanamadım. Uzun süre cevap veremeden öylece yüzüne baktım. Sonra başımı kaldırıp duvardaki postere... Önce Feyyaz'ın , bu siyah beyaz çubuklu formalının, içlerinde hangisi olduğunu bulmaya, sonra da bir futbolcu parçasının beni, belki Che'yi bile kıskandıracak bir biçimde bir çocuğun kalbine, düşlerine, hayallerine böylesine nasıl girebildiğini anlamaya çalıştım... Ama bunu anlamak zordu. Hele benim gibi kendini beğenmiş bir solcunun anlaması daha da zordu. Çünkü bunu anlamak için maç sabahları erkenden ve kalbin ağrıyarak uyanmak gerekiyordu. Sıkıntı içinde , sinirle maç saatini beklemek, çubuklu olmasa bile siyah ya da beyaz bir forma giyip kar demeden, çamur demeden yollara düşmek gerekiyordu. Bunu anlamak için Dolmabahçe'ye yakınlaşıp tezahüratları duyduğunda panik olmak, geç kaldım endişesi ile adımları sıklaştırmak gerekiyordu. Bunu anlamak için yağmurda bilet kuyruğu beklemek, en acısı yemeden içmeden bütün hafta biriktirdiğin harçlıklarınla açlıktan da olsa bir bilet alıp İnönü'de, mümkünse Kadıköy'de, ya da başka bir yerde, mesela İzmir'de, bir Fenerbahçe maçında Beşiktaş'lı bir taraftar olmak gerekiyordu... Neyse... Cemil şimdi 30'un üstünde. İşsiz. Onun bu Feyyaz sevgisi yetmezmiş gibi üstüne bir de Sergen Yalçın, Tümer Metin, İlhan Mansız ve Pascal Nouma sevgisi de eklenince kaldıramadı çocuk. Kendisi de çok çekti, bize de çok çektirdi. Beşiktaş'ta oynayabilmek için çok ter döktü, çok çalıştı, stad kapılarında ömrünü yedi. Ama bu amına koduğumun hayatı Fener'e bir gol atma fırsatı vermedi çocuğa. Olsun hiç önemli değil. İyi, dürüst ve namuslu bir adam oldu Cemil. Hiç yoldan çıkmadı. Bendeniz abisi, arkadaşları ve ailesi onu seviyor. Ama bu aralar sabahları pek erken kalkmıyormuş... Duyduğuma göre 4 Mayıs sabahını bekliyormuş... Madem bu hikayeyi anlattım şunu da eklemeden geçemeyeceğim. Biz , Cemil büyüdükten sonra birbirimize ilk kez İnönü'de, kapalıda, Bir Fenerbahçe maçında Carew gol attığında uzun uzun sarıldık... Ve ikimizde neredeyse ağlayacaktık. Büyük Beşiktaş'ımızın sevgili futbolcularına... Zeki Demirkubuz Not: Şu yazıyı her okuduğumda, hatta şu an buraya yazarken gözüm dolmak zorunda mı?

Those Were The Days My Friend

Hey gidi günler hey! Bir zamanlar iple çektiğimiz Fenerbahçe derbisine artık kuşkuyla bakar olduk. Dile kolay ancak 6 maç üst üste Fenerbahçe'ye yenilmek Beşiktaş taraftarı için hiç te normal değil. En kötü zamanında bile, "bu sene tek eğlence yine Fenerbahçe" diye beklenen derbilerin ardından bu hale gelince "neydik, ne olduk" dememek elde değil.
Şöyle geçmiş derbilere bakınca, Şifo'nun son dakikalarda çizgiyi geçti mi geçmedi mi tartışmasını yaratan golü, Sergen'in Kadıköy'ü sessizliğe gömen frikiği, Ronaldo'nun Fenerbahçe'nin yenilmezlik serisine son vererek gazetelere "Kadıköy'de Seri Sonu" başlığı attıran golleri, yine Sergen'e "ezeli rekabet bundan sonra bitmiştir" açıklamasını yaptıran efsanevi 3-4'lük maçlar insanın aklına geliyor. Ama Sergen'in şu son açıklamasını ciddiye alıp, ezeli rekabet bitmiş gibi davranan Beşiktaş'lılar ne yazık ki 17 Nisan 2005'ten sonra da bir gün yüzü göremedi.
Ne diyelim, umarız Çarşamba günü gazeteler bir "Seri Sonu" başlığını daha taşırlar da manşetlerine, bundan sonra bu kadar üst üste Fenerbahçe mağlubiyetlerini tekrar yaşamayız.

Ahmet Dursun

Kocaelispor'da oynarken nefret etmiştim. Sebepsiz yere, 'gıcık kapmıştım'. 1-2 sene sonra en sevdiğim futbolcuydu Beşiktaş'ta. Odamda asılı kalmış formalardan biri ona aitti. Hepimizin özdeşleştiği, diğerlerine oranla daha fazla empati kurduğu futbolcular vardır. İşte, Ahmet hata yapacak diye ödüm kopardı. O gol atınca 'Ahmet attı! Ahmet attı' diye bağırırdım tribünde. Taraftarla ilk papaz oluşunda, İstanbulspor maçında penaltıyı kullanmak isteyip kaçırdığında yıkılmıştım. Belini doğrultamadı o seneden sonra. Gitti geldi, yine olmadı. Olur da rastlarsanız izleyin, bir Ahmet Dursun dökümanteri var, Atilla Gökçe'nin uzun uzun konuşmalarıyla geçiyor. Stres kırığı derdinden muzdarip olduğu dönem bir de göz problemi varmış Ahmet'in. Bazen bakıp, anlık kaleyi seçemediği oluyormuş. Çare bulamamışlar bir süre, saklamışlar da problemi hatta. Atilla Gökçe anlatmış, anlatırken gözleri dolmuştu. Kısacası sağlık sorunları da performansını yedi bitirdi Beşiktaş'ın son yıllarda gördüğü en ''estetik'' futbol oynayan bu forvetinin. Her futbolcuyu severken iyi oyunlarının yanına bir kaç tane de neden bulur, sıralarız. Pascal isyankar, İlhan hırslı-yürekten, Ertuğrul efendi, Sergen fırlama.. Yani, diğerlerinin bir adım önüne çıkan, duruma göre fenomen olabilen adamlar oyunlarının yanına bir kaç sıfat daha ekleyebilen şahsına münhasır adamlardır. Ahmet de hırslı ve estetik oyununun yanında hüzünbaz haliyle sevdirmişti kendini bana. Hep bir derdi var da içine atıyor gibiydi. Son dönemlerinde iyice dertli bir adam oldu çıktı zaten.. Böyle bir günde çok üzerinde durulacak bir konu değil belki de, Ahmet Dursun blogun kenarında köşesinde dursun istedim. Özledim bir de, öyle ki bu akşam bile çıksın sahaya isterdim.

Bir Demirlek İki Dilmen

Hazır Fener maçı kapımıza kadar gelmişken daha önce sözlükte de dile getirdiğim bir konuyu buraya taşımak istiyorum. Öyle veya böyle Rıdvan Dilmen yorumcu dünyasında şu an el üstünde tutuluyor. Tarafsızlığından, yorumlarının kalitesinden dem vuruluyor. Fakat benim gözümde Rıdvan Dilmen hala eski bir Fenerbahçe futbolcusu ve yorumcusudur. Bugün için tarafsız bakmaya çalıştığı anlarda da yorum yaparken çok fazla kasıldığını düşünüyorum. Zira geçmişte kalan bir sabıkası var ve hala bu sabıka beni rahatsız ediyor. Hadisenin özünü anlamanız için ilk önce sizi 18 nisan 2005tarihine götüreceğim. Kalecisiz gelen 4-3'lük Fener galibiyeti sonrası Rıdvan Dilmen köşesinde maçı şöyle yorumluyor: "bir varmış bir yokmuş. evvel zaman içinde istanbul'un kadıköy yakasında şükrü saracoğlu diye bir stat varmış. çok da güzel bir statmış. tribünler rengarenk, seyirci muhteşemmiş. güzel bir nisan gecesiymiş. türkiye'nin iki büyük takımı maç yapacakmış. hakem de maçı başlatmış. sarı - lacivertli olan takım, siyah - beyazlı takımı yarı sahasına hapsetmiş, tek taraflı maç oynuyormuş. futbol adına herhalde yapılması gereken her şeyi yapmış. hatta maça gelen insanlar birbirlerine "uzun yıllardır hiç bu kadar güzel bir takım görmedik" diyorlarmış. 7-8 tane pozisyon bulmuşlar. devre olmuş skorborda bakmışlar, "allah... allah... bu maç nasıl 1-2 olur" demişler. şaşkınlığı sadece seyirciler değil, oyuncular da yaşamış. ikinci yarı başlamış. bu kez ilk yarıdaki siyah - beyazlılar biraz daha iyi oynuyorlarmış. enteresandır bu kez siyah - beyazlılar oyuna hakim iken sarı - lacivertliler gol atmış. iyi oynarken gol yiyiyorsun, kötü oynarken gol atıyorsun. meğerse bu sarı - lacivertliler'in tarzıymış. sonra siyah - beyazlılar bir gol daha atmış. ardından penaltı olmuş ve kaleci atılmış. masal daha da enteresanlaşmış. çünkü oyun kurallarına göre üç değişiklik olunca futbolculardan biri kaleye geçiyormuş. siyah- beyazlılar da öyle yapmışlar. sarı - lacivertliler'in işi daha da kolaylaşmış. ohh demişler. artık öne geçeriz diye düşünmüşler. ama daha önceki gollerin benzeri bir gol daha yemişler. maç bitmiş hiç kimse bir şey anlamamış. alkışlayanlar niye alkışladığını, yuhalayanlar niye yuhaladıklarını bilmiyormuş. açıkçası ben de bir şey anlayamadım." sanki o maçta hakem Beşiktaş'ı lime lime doğramamış, kalecisiz takım inanılmaz bir mücadele örneği göstermemiş. Derbi tarihinin unutulmaz maçlarından birini masal yapmış adam. Tek kalemde sifonu çekmiş, Beşiktaş'ı adeta görmezden gelmiş. Maçın hakemi Bülent Demirlek ve hakkında tek kelam yok dikkatinizi çekerim. Şimdi bir sene sonrasına gidelim. Tarih 4 Mayıs 2006. İzmir'de oynanan Fortis finalinden sonra Rıdvan Dilmen yine Bülent Demirlek denen adamın yönettiği maçı şu şekilde yorumluyor: "...ilk yarıya baktığımızda maçın ilk golüne kadar fenerbahçe beş korner atmasına rağmen baskı kuramadı, beşiktaş ise oyunun ortağıydı. bülent demirlek'in verdiği hatalı faulden gelen golle klasik fenerbahçe disiplinsizliği başladı ve ikinciyi yediler. ikinci yarıda ise belki savunmada yine geniş alan bıraktılar ama özellikle marco, appiah ve mehmet yozgatlı'nın kıpırdanmasıyla alanı daraltarak oyunun üstünlüğünü ele geçirdiği gibi skoru da yakaladılar, maçı uzatmaya götürdüler. uzatmada yedikleri gole kadar, ki on kişi kalınması önemli etken, iki tane kupayı getirecek pozisyon buldular. bir top çizgiden çıktı. marco atıldıktan sonra fizik olarak yorgunluk ve göbekten hamle sıkıntısı kupayı kaybettiren golü yemelerine neden oldu. fenerbahçe yorgun, doğru. hem de çok oyuncusu. ama fenerbahçe savunmasını ligin bitimine iki hafta kala ciddi şekilde uyarıyorum. rakip forvetlere bu kadar top alma imkanı verilmez. kısa oynuyorlar, bobo, tümer ve gökhan güleç top alıyor. 50 metre top atılıyor, yine aynı şekilde önde oynayan beşiktaşlı oyuncular topu kontrol edip, yüzlerini kaleye dönebiliyor. beşiktaş takımı hak ederek biraz da çizgiden gol çıkaran ibrahim üzülmez sayesinde kupayı aldı. bülent demirlek iki yıldır olan formunu inkar edercesine kötü bir yönetim gösterdi. faul düdüklerinin çoğu yanlıştı ve kötü not aldı. beşiktaş'ın ilk goldeki hatası nedeniyle de skoru etkiledi." Allah aşkına maçı aklınıza getirin. Demirlek'in ilk goldeki hatası neydi? Köşe yazısına girecek kadar etkili olan bu hakem kararı neydi? bir sene evvel aynı hakem bülent demirlek tarafından bir futbol cinayeti yaşanırken suskun kalan rıdvan dilmen, her nasıl oluyorsa fenerbahçenin kaybettiği bir maçın ardından hakeme yükleniyor. bu nasıl tarafsızlık? bu nasıl yorumculuk? zamanında bu soruları sormuştum hazır yeni bir derbinin arefesindeyken yine soruyorum. Sevgili Rıdvan Dilmen, sen Fenerbahçe yorumcusu musun yoksa futbol yorumcusu mu?
12 Mayıs 2009 Salı

Zordur Taraftarlık

Anlatılması zor ve bir o kadar da dışarıdan bakana anlamsız gelen bir müessese şu taraftarlık. Adeta bir meslek yahu. Mesai sabahtan başlıyor gazetelerle. Belli başlı gazeteler taranıyor, yorumlar okunuyor, terso bir haber çıkmışsa sinirleniliyor, üfürük olduğu on km'den belli olan habere gülünüyor, sonra da hayat devam ediyor. Güya. Zira vakit öğleyi bulduğunda kulübün internet sitesinden antrenmanlara bakmak gerek. Antremana izinli olduğu için katılmayan futbolcu bile dert, hele antrenmanı yarıda bırakan futbolcu daha da büyük derttir. Keşke o da izin alsaydı da gelmeseydi antrenmana dedirtir. Sırf bunlarla bitmiyor tabi. Hele şu internet geldikten sonra daha da zorlaştı her şey. Bir kere her yorum an be an takip edilmeli. Gazete haberlerinin altındaki okuyucu yorumları, çeşitli internet platformlarındaki, forumlardaki yorumlar vs vs. Hepsi sadece takip de edilmez, fikir belirtmek gerekirse sabahlara kadar internet başında da kalınabilir. Çok hatırlarım forzabeşiktaş'ın forumunda sabahı ettiğimi. Niye ettim? çünkü haklıydım, başkasının da benim inandığım şeye inanmasını istiyordum. Ne küstahlıksa artık bu...
Bir de garip mutlulukları vardır şu taraftarlığın. Maç izlersin stadda, kahvede, barda. Maç boyu iki kelam etmediğin yanındakine golden sonra öyle bir sarılırsın ki, gören kırk yıllık arkadaş sanır. O ne mutluluk? Peki gole, golü atandan çok sevinen futbolcuyu görünce sevinmek? Kulübede maçı izlerken stres olan futbolcuya rastlayınca hislenmek, kulüpteki doğum günü kutlamalarında aşırı güleç bir fotoğraf görünce coşayazmak, antrenmanda şakalaşan iki futbolcu görünce "ooooğ, takım içindeki arkadaşlığa bakın hele" diye taklalar atmak... Bunlar işin manevi kısmı. Bunun maddi boyutu da var. Bilet parası var, forma parası var, atkısı, anahtarlığı, her kuyu görüldüğünde adak niyetine atılan beş kuruşları... Var da var hani. Ama tüm bunları geçtim, asıl üzüntüsü var ki, o çok fena. Bir hafta durultur adamı. Örseler. Yeni bir maça kadar zaman hızla geçsin istersin. Olmadı yeni sezon hemen gelsin istersin, takım hep en görkemli anında, zirvedeyken dursa da, taraftarın kafası hep rahat olsa. Ama olmaz, niye? Çünkü futbol kitlelerin afyonu. Beşiktaş ta bizim kanserojen maddemiz. Bazen sosyal içicilik gibi, sadece maçtan maça almak istiyor insan bu mereti ama bağlanmışız bir kere. Bir Beşiktaş'ımız var, karışmayın hele, mazur görün bizi.

Holosko Orada Oynamaz

Türk futbolunda yeni bir ekol var; "O, orada oynamaz". Sanırım sanıyorlar ki Bobo için, Sivok için, Serdar Özkan için ayrı ayrı taktikler yapılır ve bu oyuncuların başarılı olması sağlanır. Evet, biz bir menajer olsaydık ve tek kriterimiz bu adamların başarısı olsa idi hiç şüphesiz Holosko nerede en iyi oynayabiliyorsa orada oynardı. Modern futbolda ise, takım birlikteliği içinde her futbolcudan maksimum fayda sağlanmaya çalışılıyor. Takımın genel durumu nedeniyle bireylerden bazı feragatlarda bulunmaları isteniyor... Holosko, Sağlam döneminde de, Denizli döneminde de sağ önde görevlendirildi. Enteresandır, Sağlam döneminde "Holosko Orada Oynamaz" eleştirileri Denizli döneminde yok oldu. Holosko aynı Holosko, oynadığı yer aynı, eleştiriler nerede? Velhasıl Holosko bugünlerde Beşiktaş performansının tavan yaptığı günlere dönüş sinyali veriyor. Artık daha kararlı, daha güçlü, daha inatçı ve daha faydalı. Bununla birlikte şu da ortaya çıkıyor, Holosko'nun sıkıntısı mevcut pozisyonuyla ilgili değil kendi fiziksel, zihinsel performansıyla ilgiliymiş. Fizik olarak iyi durumda olan Holosko sağ kanatta da oynar ve faydalı olurmuş... Bir de şu fotoğrafa baktığımda kusmak geliyor içimden... Dayanamadım siz de kusun istedim.

İbrahim Akın Fenerbahçe Yolunda

Düşmanımın başına diye bir laf vardır ya, o hesap. İnanabiliyor musunuz, Fenerbahçe gitti ciddi ciddi Burak Yılmaz'ı transfer etti. Şaka falan değil, bir de bazı maçlarda kurtarıcı olarak falan oyuna aldı, şans verdi. Şimdi de İbrahim Akın'ın peşindeler. Allahım hayallerim gerçek oluyor. Bir sonraki sezon da Serdar Özkan'ı alırlar, transfer harekatları sonlanır... Ama yok, Fenerbahçe tedavi edici camiadır. İbrahim Akın'a Beşiktaş'takinin aksine daha profesyonel bir eğitim ve gelişim şansı verebilirler. Evet...

Tribün arızaları

Hepimiz az çok stadyumlarda maç izlemiş insanlarız. Tribünlere envai çeşit adamlar gelir. Kimi zaman yanı başımızda oturan bu adamlar maçın bile önüne geçer. Hareketleri, konuşmaları, tavırları yıllar geçse de unutulmaz. Benim unutamadığım adamlardan birisi bundan yıllar evvel Gaziantepspor ile Bursaspor maçında oynanırken ortaya çıkmıştı. Sepp Piontek o zaman Bursa'nın başındaydı. Maçı Gaziantepspor 3-0 kazanmıştı. Karşılaşma boyunca çekirdek çıtlatmaktan başka bir şey yapmayan adam maçın bitiş düdüğüyle hafifçe ayağa kalktı. Soyunma odasına doğru yürüyen Piontek'e seslendi. Piontek hafifçe kafasını kaldırdı. Ne olduysa o anda oldu. Gollerde bile tepki vermeyen adam göt cebinden çıkardığı uzun ve dolgun bir hıyarı (evet evet hıyarı) "al amuğa goyim al" nidasıyla adamın kafasına attı. Piontek'in bükülen dudaklarına eşlik eden o aşağılama bakışlarını ve yanımdaki bu manyağın akabinde "karına götür de oynasın huleaan" çığlığını asla unutamam...
11 Mayıs 2009 Pazartesi

O Hakem Şimdi Ne Yapıyordur?

Cumartesi gününden beri yazar ve okurlardan mürekkep blog camiası olarak tam anlamıyla şampiyonluk havasına girmiş bulunuyoruz. Yüzdük yüzdük işin sonuna geldik. Türkiye Kupası'nda da, Süper Lig şampiyonluğunda da final karşılaşmalarına çıkacağız. Bu atmosfer içinde muhabbetlerin çoğunun bu konular üzerine şekillenmesi normal. Ama benim aklıma başka bir husus takıldı. Onun üzerine birkaç cümle kelime etmek istiyorum. Doğrusu ne tarihini hatırlıyorum, ne de kiminle oynadığımızı. Ama şimdi rakip takımın Samsunspor olduğunu öğrendim sözlükte yaptığım kısa bir araştırmadan sonra. Bahsettiğim karşılaşma, hani şu Ayhan Akman'ın kaleciyle karşı karşıya kaldığı sırada, kamera kadrajına slow motion gösterimde bile roket gibi giren Samsunsporlu oyuncunun, Ayhan'ı uçan tekmeyle indirdiği ve hakemin oyun kurallarına aykırı bir pozisyonun varlığına hükmetmediği pozisyonun geçtiği karşılaşmadır. Hatırlayanlarınız çıkacaktır pozisyonu. O maçta, belki de dünyanın gelmiş geçmiş en penaltı pozisyonu hakem tarafından es geçildiği halde, hakemin bu kararı spor kamuoyunda beklenen infiali uyandırmamıştı. Nedeni de basit... Herkes penaltı düdüğünün çalınmamış olmasına üzülmek yerine, Ayhan'ın pozisyondan sağ olarak çıkması dolayısıyla sevinçliydi. Maçın hakeminin kim olduğunu hatırlayamıyorum. Ama çok merak ediyorum doğrusu, adam öldürmeye tam teşebbüsün olduğu bir pozisyonda hangi duygu ve düşünce içindeydi ki maçı devam ettirmeye karar verdi. Aklıma takılan esas soru bu değil. Zeki Demirkubuz'un kardeşinin, sabah erkenden kalkıp yatağında Feyyaz'ı düşünmesi gibi bir şey benimkisi. Acaba şimdi çevresinin ona yaklaşımı nedir, olur olmadık zamanda bu pozisyon yüzünden kendisiyle dalga geçiyorlar mıdır, kendisi hiç düşünüyor mudur "o pozisyonu okuyabilseydim şimdi Barcelona-Manu maçını yönetiyordum" falan diye?.. Ya da kayıtsız mıdır kendine, umarsız mıdır geçmişte yaptığı yanlışlara?.. Nereden bilebiliriz ki sevgili dostlarım, daha muhteremin adını hatırlayamadım. İşte o pozisyon!

Özür borcumuz var

Yıllardır gelmeyen şampiyonluk birçoğumuzun dengesini bozdu kabul ediyorum. Yönetime öfkeliyiz, takımdan şikayetçiyiz ona da tamam. Bütün bu hengamenin ortasında içimizi ısıtan hep İnönü'deki taraftarımız oldu. Desibel rekorları, müthiş besteler, sosyal sorumluluk örnekleri, espritüel ve yaratıcı mizansenler her geçen gün daha fazla göğsümüzü kabarttı. Ama bugün için bir kez daha öz eleştirimizi yapmamız lazım. İstanbul İnönü Stadyumu'nda iki yerli hocaya çok ayıp ettik. Abdullah Avcı ve Aykut Kocaman. Her ikisi de kitlesel küfre maruz kaldı. İkisine de yabancı maddeler yağdırdık. Neden? Taraftarı ateşleyecek hiçbir şovenist harekette bulunmamalarına rağmen sırf takımlarına iyi futbol oynattılar diye yapmadığımızı bırakmadık. Türk futbolunun karakter yönünden en düzgün iki hocasına bunları yapıyorsak vay halimize. Şampiyonluk sadece kupayla olmuyor. Esasen yüreklerin bam telinden geçiyor. Abdullah Avcı'nın maç sonrası röportajı hala gözlerimin önünden gitmiyor. Benim ümidim, bundan sonra İnönü'ye misafir olacak olan bu hocalarımızın gönülleri bir şekilde alınmalıdır. Beşiktaş taraftarı yeri geldiğinde hatasını kabul de eder ve onu kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir naiflikte düzeltmesini de bilir. Büyüklüğü de oradan geliyor zaten... Fokur fokur kaynayan şampiyonluk kazanına bu da benden bir tutam baharat olsun...

Asitlendirebilir Misin Sevgilim?

Bi İlhan İrem vardı ne oldu o'na diye başlamayacağım söze, korkuya paniğe gerek yok. Hala kıyısında köşesinde güzel işlere imza attığını biliyorum. Başlığa İlham veren şarkısı ''yemyeşil bir deniz'' benim ömrümün fonunda çalan eserlerden biridir. Bu bakışlar bir günü beni öldürecek sevgilim, bu bakışlar ne zaman beni güldürecek sevgilim. Güldürecek misin sevgilim??? Der İlhan abi bu şarkısında, sevdiceğine biraz isyan, biraz sitem, ama yine çokça aşk ile sevgi ile haykırır. Konuyu artık ufaktan Beşiktaş ile alakalandırmak ise şu anki amacım, hemen burdan girip diyebilirim ki Beşiktaş'ın kazanacağı olası bir şampiyonluğu asitli bir kolaya çevirebilmesi için önündeki yegane yol ezeli rakibi Fenerbahçe'yi kupa finalinde yenmektir. Çünkü Beşiktaş taraftarı iki haftada kaybedilmiş iki Fenerbahçe maçı, bir sezonda kaybedilmiş 3 Fenerbahçe maçı ve biraz daha genişletirsek ilk 6 sıra içersindeki takımlara karşı galip gelinemeyen bir sezonu kaldıramaz, en azından kaldıramamalı benim görüşüm. Geçen hafta bu şampiyonluk asitsiz koladır dedikten sonra çok tepki aldım, geçen hafta olmadığım programda da bahsedildi bu mevzudan ve genelde arkadaşlarım tarih şampiyonu hatırlar falan dedi ama, şunu belirtmekte hiç tereddüt etmeyeceğim ki tarih bu sezonki Galatasaray'ı ve Fenerbahçe'yi de hatırlar, tarih bu şampiyonlukta Beşiktaş'ın payının %40'dan fazla olmadığını da hatırlar. Toparlamak gerekirse Fenerbahçe'yi çarşamba akşamı yenip kolasını asitlendirebilir bu takım. Ama bir Fenerbahçe mağlubiyeti daha gelirse o şampiyonluk net bir şekilde asitsiz kola olacaktır nazarımda. Şimdi sana tek bir sorum var ey siyah beyaz yarim, ey en güzel en acı günlerim; Bu kolayı asitlendirebilecek misin sevgilim?

6+2

  1. Holosko
  2. Bobo
  3. Tello
  4. Delgado
  5. Cisse
  6. Ernst
  7. Zapotocny
  8. Sivok
Holosko kalacak, Bobo gitse de yerine yabancı forvet alınacak, Tello kalacak, Delgado gitse de yerine yabancı orta saha alınacak, Cisse gidecek, Fink gelecek, Ernst kalacak, Zapotocny belirsiz, Sivok kalacak. Holosko'yu kesemezsiniz alternatifi Serdar Özkan. Tello'yu kesemezsiniz alternatifi 1 sene daha yaşlanmış olacak Yusuf. Delgado'yu veya o bölgeye yapılacak transferi (Sapara?) kesemezsiniz, takımın beyni. Fink'i kesemezsiniz, Cisse'yi kesemediğiniz gibi. Ernst'i kesemezsiniz, kalitesi yeter. Sivok'u kesersiniz, Zan ve Toraman gibi alternatifleriniz var. Sivok'u kesmediğinizde Nobre'yi 11'e almak zorundasınız. Nobre'yi oynatsanız, "bu takımın forveti Nobre olur mu?" diyenler olacaktır. Şimdi diyebilirsiniz ki, kardeşim sorun mu bu, bir o oynar bir bu. Beşiktaş gibi bir düzeni, bir sistemi, bir felsefesi olmayan kulüpler için sorun olmaz evet. Bobo'nun girmesi için Sivok'un çıkması gereken bir kulüp anlayışından bahsediyoruz. 1 maç yaparsın 2 maç yaparsın ama sezon stratejin Bobo'nun girmesi için Sivok'un çıkmasını gerektirecekse biz ne hikaye anlatıyoruz? Avrupa meraklısı değilim ama orada bu işler, bu ikilileri değil 3-5 maç, 3-5 sezon birlikte oynatarak başarıya gidileceği yönünde konulan iradeyle yürüyor... Bugün Zapo gitsin deniyor. Böyle olacaksa bence de gitsin. Zaten Sivok bile +1'e düşme emareleri gösteriyor. Düşünün haftaya Sivok kart cezalısı. Kim oynayacak? Toraman ve Zan. E ne anladım ben orada Zapotocny'nin varlığından... İşte size bir transfer skandalı. Bu az-buz bir skandal değildir ve Ertuğrul Sağlam'ın kucağımıza bıraktığı bir bombadır. Aynı paraya gitsin Bursa'ya alsın bakalım, alıyor mu? Zapo isterse Zapo değil Zago olsun. Yine oynayamaz. Onun oynaması için Cisse'nin oynamaması gerekir. Öyle olduğu için oynamaz. İşte bunlar plan, program, strateji meselesidir. Zapotocny'nin oyuncu kalitesi ise bambaşka bir hikayedir... Şimdi Zapo gidecekmiş... Giderse gitsin de, yerine alınacak oyuncu da yabancı sınırına takılacak bu çok net. Elinde Zan-Toraman olmamış olsa hadi derim, dursun. Ama şu rotasyonda Zapo bir senede 3-5 maçtan fazla oynayamaz. Sivok olmayacak, Zan olmayacak ta Zapo oynayacak. Ve ben bunun için yabancı kontenjanı ayıracağım. Beşiktaş Zapo'yu gönderip sol bek almış olsun. Yine Üzülmez oynar. Sonra da çıkarlar, "şu geldi yine İbrahim'i kesemedi" derler. Seric'in Üzülmez'i kesememesinin sebebi oyuncu kalitesi değil, yabancı sınırlamasıydı. Bizim basın bunu pek anlayamadı ama olsun. Neticede Beşiktaş'ın yabancı oyuncularını doğru seçmesi gerekir. Tello veya Delgado gitmeli derken üç aşağıya beş yukarı aynı işi yapan oyunculara yatırım yapmak yerine gerçek anlamda eksikliği hissedilen yerlere odaklanılması gerektiğini söylediğimiz çok açık. Holosko - Ernst - Fink - Delgado - Sivok gibi bir omurga oluşturduğumuza göre kalan 1 oyuncuyu doğru tesbit etmemiz lazım. Bu oyuncunun da hiç şüphesiz sağ bek olması lazım. Sol beke de İsmail'in alınacağı hesabıyla... +2 hakkını sağ bekten yana kullanmanın hiç bir manası yok ki. Seric örneği ortada. Bobo ve Zapo gitse dahi 1 yabancıyla daha yollarımızı ayırmamız gerekiyor ki kadro şişmesin, güçlensin. Hep söylüyorum, bu onun yerine, o bunun yerine giriyor ve kalite artmıyorsa o takımda derinlikten öte şişkinlik vardır... Peki sizce Bobo ve Zapo hariç gitmesi gereken oyuncu kimdir? Yoksa aynen devam, Ekrem sağ bekte iyidir, Üzülmez sol bekte üzmez mi diyoruz? Takım şampiyonluğa gidiyor, sen hala ne konuşuyorsun demeyin. Ben daha fazla asitsiz kola içmek istemiyorum... Bir felsefe, bir anlayış, bir akıl sunamayan şampiyonluk, bana da tad vermiyor... Ama, şampiyon olacağız bu sene.. Koymasak da Cimbombom'a Fener'e... O ayrı...

"13 Yılda 1 Şampiyonluk" Meselesi

Ne Eziktaş, ne Sekiztaş, ne bitip tükenmeyen “3. büyüksünüz kabul edin” geyikleri. Hiçbiri bu başlıktaki istatistik kadar sinirlendirmiyor beni.

“Son 13 senede 1 şampiyonluk kazandınız olum”

Bunu diyen dangoza ne denir ki? “6 yıldır şampiyon olamıyorsunuz” deyin anlayayım, “son 10 yılda 1 kere oldunuz” deyin anlayayım da, bu ne angutça bir istatistiktir arkadaş? Hangi lig için, hangi takım için son 13 yılın istatistiklerini istatistikmiş gibi baz alıyorsunuz da karşımıza böyle bir istatistikle geliyorsunuz anlamadım ki?! Niye “14 yılda 2 kez şampiyon oldunuz” diyemiyorsunuz da “13’te 1” ille de?

Bir tane de son “20 sezonda 5 şampiyonluk sizin” diyecek delikanlı yok mu yahu??

Neyse şu angut istatistikten de kurtuluyoruz, geliyoruz neyse ki...

"Üç tür yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik"

- Vedat Özdemiroğlu, "Vedat Bey'in Görkemli Hayatı"

Otorite

Alex Ferguson'un maç sonu röportajı. 01.48'de Ronaldo'nun oyundan alınması üzerine verdiği sert tepkiye dair bir soru geliyor, Sir diyor ki:
"Oyunda kalmak istedi, bu kadar basit. Şu anki formu harika, hafta içi de çok iyi oynadı. Ama büyük resme bakmak lazım, onu arada dinlendirmek lazım. Oyuncularımın sahada kalmak istemesi çok güzel."
Ferguson'un oyuncular üzerinde hiç otoritesi kalmamış, bence hemen istifa etmeli. Ronaldo'yu da satsınlar. Şımarık herif.

Yönetime Dair...

Koca bir organizasyonu yönetiyorsunuz. Adı Beşiktaş Jimnastik Kulübü... Tabii ki en büyük ilgi futbol branşına... O branşta bir hafta önce yara almışsınız, çok ağır ve tamiri acil ihtiyaç olan bir yara... Neredesiniz peki? Ben söyleyeyim, yoksunuz... Koca stadda 950 kişilik bir tribününüz var. Etrafında 5000 kişi alacak kadar geniş boşluklarla birlikte... Gidip, Beşiktaş belediyesi için birlikte toplantılar yapmayı bildiğiniz siyasi kuruma doğrudan bağlı bir Belediye'nin takımından nasıl olur da 5000 kişilik bilet alamazsınız? Bu nasıl bir güçsüzlüktür? Ben bunu kabullenemiyorum... Daha önemlisi, bunu yapamayacak adamların koca Beşiktaş'ı milyonlarca Euro'yu yönetmesini de kabullenemiyorum. Hani kötü günlerin müsebbibi zaten sizsiniz de, iyi günlere de mi katkınız olmayacak? Neden varsınız o zaman o koltuklarda?
10 Mayıs 2009 Pazar

Maç Öncesi, 29. dakika, ve tabii ki sonrası...

Üç yıldır, her dakikası ömür gibi geçen bir maç izlememiştim... Böylesi bir maçtan sonra dağ başından bizi alıp, Ankara'ya geri götüren tathar'a ve misafirperverliğine teşekkür edelim... Blogumuzun sonucunda ortaya çıkan küçük klanımızın tadı tarifsiz oldu... Ayrıca Buz Gibi Gol'den Aguila Negra'ya da hataya mahal vermeyen süper yol tarifinden dolayı teşekkür etmek lazım... Dağ başındaki stad ancak böyle bulunabilirdi... Maç öncesiyle başlamalı ki, nereden nereye geldiğimiz anlaşılsın... Stada ulaşınca içeriye girmemiz ve bize ayrılan 950 kişilik bölümde yerimizi almamız yaklaşık 1 dakika sürdü... Etraftaki satıcıların taraftardan fazla olması biraz bizi üzdü, eminim satıcıları da üzmüştür... Buna ayrıca, başka bir postta değineceğim... Stada takım geldiğinde saat yanılmıyorsam 17.30 civarıydı... Sahada dolaşmaya başladıklarında bize ayrılan bölümde 200 kişi kadardık... Tam da düşündüğüm gibiydi yani... Ankara - Beşiktaş'ın kalesi - bile sahip çıkmamıştı takıma... Dejavu gibi, liderliği kaybettiğimiz Belediye (İBB) maçının bir kopyasıydı bu beklenen hayal kırıklığı... Takım sahaya çıktı, orta sahaya kadar yürüdü, çağırmamıza rağmen gelmediler tribüne... Belki duymadılar bile. O an yüzlerinden, jestlerinden anladık başımıza geleni... Geçen haftanın ateşli tribünü yalnız bırakmıştı onları. Maça neredeyse bir saat kalmıştı, ve daha 950 kişilik bölüm bile - ki biletler bitmişti - dolmamıştı... Futbolcular profesyonelliklerinden yine vazgeçmiş ve havlu atmışlardı, zaten maça da böyle çıktılar... İlk 29 dakika takımın kırılgan psikolojisine içimden söverek ve Sivas'tan gelen 0-2'nin heyecanıyla dışımdan boğazımı yırtarak geçti benim için... Beşiktaş için ise, iplerini çözüp, MacGyver misali o iplerden bir zafer çıkarma çabası gözlemleniyordu sahada... Üstelik sadece iki topçuda vardı bu gayret; Toraman ve sürpriz hırs küpü Cisse'de... Maalesef bu heyecanlı oyunları takımın psikolojisini doğrultmaya yeterli olmadı... Tam bizler bu takımın tek ilacı bir şans golü derken, Delgado ölümcül top kayıplarını affettiren o golü Holosko'ya attırdı... İşler değişmeye başlayacaktı... Bu golün getirdiği patlama bu sefer Toraman ve Cisse'nin mücadelesini takıma zerk etme imkanı doğurdu, önemi büyüktü... Sonrası o kadar yavaş geçti ki o tribünde, sanki bütün sezon izlediğim maçları üst üste tek maçta izlemiş gibiyim... O yüzden anlatıp kimseyi sıkmamak lazım... Tek paragrafa sıkıştırmak gerekirse, 1-1'e rağmen tribünde maçın döneceğine inanmayan yoktu. Zaten takım her şeye rağmen doğru dizilişle oynadığında yeterli pozisyon buluyor. Ankaraspor'un 3 pozisyonuna karşılık bizim dizlerimizi dövdüğümüz 5 pozisyon hatırlıyorum. Bunlara goller dahil değil... Dolayısıyla, kötü başladığımıza evet, ama kötü oynadığımıza hayır diyorum... Bobo kaçırdığı gollere rağmen, maç boyu çok iyi boğuştu, beni de fena şaşırttı... Kazanmak için yeterli derecede iyiydi. Cisse ve Toraman mükemmeldi... Küllerimizden alevlenip, liderliğe şahlanışımızı futbolcuların yükselişleriyle yaşamak ise çok özeldi... Maç sonu formaları atanların yüz ifadesi maç öncesi sahayı gezdikleri dakikalarda gösterdiklerinin aksine bizim için alınan liderlikten çok daha fazlasını anlatıyordu... Umarım Kupa Finali'ne de benim kadar inanıyorlardır... Kısa bir kaç not: * Stadyumda satılan suların son kullanma tarihi geçmişti ve içlerinde yaratıklar geziniyordu... Gerçekten abartmıyorum... Biz bu suyu içtik, bağırabilmeye devam etmek için... İçtik ama Sayın İMG'e fena küfür ettik. Sanırım Beşiktaş taraftarından toptan kurtulmaya çalışıyorlar... İnönü'de de sulara dikkat etmek lazım... Coca Cola da uyumasın, Damla Su resmen tarihi geçmiş şekilde Yenikent Asaş Stadı'nda satılıyor... * Maça girince tribünden iki kişi selam verdiler, ben de hemen tabii tathar ve kuzeni zannettim onları... Sonradan anladık ki programı izleyenlermiş. Blogu da takip ediyorlarmış, isimlerini öğrenemedik sağolsunlar okuyorlarsa... * Onlar dışında tanıyanlardan birinin Jessie'ye selamı var, tahmin edileceği üzere bu arkadaş Tello'cuydu... * Tello 4. golü atarken tribünde 8-10 kişi Rıdvan kesildik... Herkes farklı cümlelerle Tello'nun koşusunu sezdi ve gol olacağını iddia etti, nitekim bildi de... O ne kadar inançlı bir koşu idi, o nasıl manalı bir koşu idi Tello, seni dinlendirici özel bir rotasyon yaratmalı Beşiktaş... * tathar'a teşekkür ettik ama onunla bitirmek de lazım. Çarşamba totemi için en büyük güvencemiz sensin... İzmir yollarından boynu bükük döndürme bizi, ölmeden mezara koyma bizi... Galatasaray maçına da bekliyoruz...

Ara