
Bizim kahvede bugün bu konuşuluyordu, belirtmek isterim ki bu görüşe katılmamak elde değil! Bir düşünsenize; Tabata'nın, Tello'nun ara paslarında zıpkın gibi fırlardı Holoskomuz. Her maç en az iki tane çakardı, çakmakla da kalmaz en az bir tane de Nobre'ye attırırdı. Holosko, hızıyla ve yakışıklılığıyla Beşiktaşımızın gol sorununa kesin çözüm olurdu, Şampiyonlar Ligi'nde tur şimdiden garantiydi. Öyle değil mi?
Beşiktaşlının kendi oyuncusuna olan duygusal bağından mı yoksa gidenin gözlerinin bademleşmesinden mi bilinmez... Bir süre takımda oynayıp çeşitli sebeplerden uzak kalan oyuncular takımdaşımın nazarında hemen kıymete biniyor. Tatmin etmeyen futbolun hemen ardından "ah şimdi x olacaktı", "vay şu pozisyonu x yakalasaydı ne atardı"lar... Hayır Holosko varken tatmin eden bir futbol olsaydı anlardım da bu ne be şimdi? Benzer şekilde Delgado... Geçen sene bizi nasıl hayal kırıklığına uğrattığını hatırlatmaya gerek yok. Ama şunu da biliyorum ki sezonun ilk yarısı Beşiktaş için kötü biterse Delgado takımı ikinci yarıda kurtaracak adam olarak önümüze sürülecek. Hepimizi bir umut kaplayacak, bunları yazanlar bizler değilmişiz gibi heyecanla stadlara kahvelere koşacağız. Kötü geçen bir ikinci yarı sonrasındaysa bu sefer "Delgado dönsün diye gönderilen yabancı"yı anacağız muhtemelen.
Özetle: Bu takımda Holosko olsaydı ilk yarıda Nihat'ın, ikinci yarıda Ekrem'in yaptıklarından fazlasını yapmazdı. Naçizane görüşüm ya futbolcularla uğraşmayı bırakıp cümlemizi "Bu takıma x gibi bir teknik direktör lazım"a çevirelim ya da bırakalım Mustafa Denizli kendini x yerine koyacak hamleleri daha fazla zaman kaybetmeden yapsın. Futbolcularla uğraşmayı bırakalım diyorum çünkü bu kadar adam (Tello, Bobo, Nobre, Holosko, Nihat, Yusuf) sezona kötü başlamışsa bunun açıklaması tekniktir, taktikseldir, kişisel değil.
Bu takıma futbolcu ve teknik adam gibi birileri lazım abi...

Stat: BJK İnönü
Hakem: Halis Özkahya, Ekrem Kan, Orkun Aktaş, Mesut Çarık (4.)
Beşiktaş: Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Ferrari, Sivok, İsmail Köybaşı, Fabian Ernst, Fink, Nihat Kahveci(Dk.46 Ekrem Dağ), Tello, Yusuf Şimşek, Nobre (Dk.80 Bobo).
Yedekler: Hakan Arıkan, İbrahim Kaş, Necip Uysal, Bobo, Ekrem Dağ, Erkan Zengin, Tabata
Teknik Direktör: Mustafa Denizli
Ankaragücü: Serkan, Elyasa (DK.64 Emre Aygün), Koray, Ediz, Ariel, Adem, Ceyhun (Dk.82 Barbaros), Murat (Dk.63 Aydın), Teo, Meye, Hürriyet.
Yedekler: Emre, Stefan, Aydın, Barbaros, Semavi, Baki, Eric
Teknik Direktör: Hikmet Karaman
Gol: İsmail Köybaşı (Dk.16)
Sarı Kartlar: İbrahim Toraman (Dk.51), Ferrari (Dk.90+3)
Ariel (Dk.35), Ediz (Dk.37), Meye (Dk.67) Ankaragücü

Avea sponsorluğunda sorularımızı cevaplayan cevval gençlere verdiğimiz maç biletleri sahiplerini buldu, biz de mutlu olduk.
Çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin, Ekşiiibeşiktaaaaş! (Ne güzel reklamımızdın sen Milli Piyango..)
"Atılacak goller var Müjgan, kazanılacak şampiyonluklar var. Her kontra atakta dudaklarını arayacağım, her ara pasta elini tutmak isteyeceğim, her son vuruşta saçlarını koklayacağım. Şampiyon olacağım Müjgan, sana yemin olsun şampiyon olmadan dönmeyeceğim..."
Yukarıdaki yazının yazarı aşağıdakilerden hangisidir?
- Yuki The Zorba
- Jokond
- Raul Gonzalez
- SimplexTablosu
Doğru yanıt Jokond'du!
Avea'nın katkılarıyla hediye ettiğimiz Numaralı Tribün biletimizi Anilton kazandı! Kendisiyle e-mail adresi üzerinden iletişime geçeceğim...
M.A.F ve ForzaKARTAL daha hızlı cevap verdikleri halde, yanlış cevap verdiklerinden kazanamadılar...
Anilton'u tebrik ederiz!
Söz Konusu Yazı;
Link

Ben Beşiktaş'ın basketbol maçlarına en çok 90'ların ikinci yarısından sonra gittim. Kah küme düşüldü, kah sürünüldü, bir ara hemen her maç salondan seyirci çıkarıldı falan ama güzel zamanlardı... Ahmet Fetgeri'nin tadı hiç bir yerde olmadı...
Bu kulübün yönetim anlayışı hastalıklı. Beşiktaş basketbol takımı lig maçlarına başladı, Avrupa'da maçlar oynadı. Öyle değil mi? Kombineler ne zaman çıktı? 29 Ekim 2009'da!
Satılır mı kombine? Satılmaz kardeşim... Neden satılmaz anlatalım...
Birincisi, bu kombineyi satman için talep lazım. Sen beni 90'larda Ahmet Fetgeri'den, Süleyman Seba'ya, oradan Akatlar'a alıştırdın mı bedava bilete? Evet. Nokta! Sen önce bilet satıp içeri seyirciyi öyle sokmaya bak. Ben bileti aldığımda, yanımdan 12 yaşında çocuk gelip, "Abi enayi misin niye bilet aldın" demesin bana... Bunu becer ki o bileti satabilecek konuma gel...
İkincisi, talep olmayan kombineyi, yerinde oturtmayı garanti edemediğin adama bu fiyatlarla satamazsın... Olmaz. Aşağıya bakın, fiyatları detayları görün. Siz garanti edebilir misiniz 300'e satılan biletin sahibinin yerine beleşe gelen adam oturmayacak diye? Edemiyorsanız, satamazsınız...
Ben bu yönetim anlayışıyla yapılacak olan Futbol Stadyumu'ndan da bu yüzden korkuyorum işte.. Bir şeyi ya yaparsın, ya da yapmazsın... Ya kurumsallaşırsın ya kurumsallaşmazsın... Ahbap çavuş kurumsallığının kendinden başka kimseye hayrı gelmez...

Bilet hikayesine girip, doğru mu ettik yanlış mı ettik? Soruyoruz dostlar...
Saat 8'e kadar vaktiniz var. Çünkü 8'den sonra biz bildiğimizi okuyup yine bileti vereceğiz...
Açık söyleyeyim, bana 16 yaşındayken birileri "bir web sitesine gireceksin ve yeterince hızlı olursan, adamlar sana numaralı bileti verecekler" deselerdi heyecanımdan ölürdüm. Ben Beşiktaş'ı öyle seviyorum çünkü. O yüzden bu bileti vermeyi çok istiyorum. 15 yaşındayken beton zeminli açık bileti için 4 saat karla karışık yağmur altında bekledim ben, şimdi sıcak evde oturan bir gence numaralı bileti kazandıracağım! Daha güzel ne olur ki?
Durum net; bize iki adet bilet veriliyor, biz bunları alıp Beşiktaşlı adamlara veriyoruz. Kimseye karşı boynumuz bükük değil, çok şükür. Bizim içimiz rahat, sizden içi rahat olmayan varsa yazsın, standart yorum kurallarımız çerçevesinde tartışalım!
Not. Bilet için bekleyen benim (yuki the zorba), jessie o zaman da numaralı'dan elinde purosuyla ısıtmalı koltukta maç izliyormuş!
Bazen burada, arkadaş ortamında, stadyumda atıp tuttuğumuz her şey laf salatası gibi geliyor. Bobo mu Nobre mi, Tello mu Yusuf mu, kürdan Tigana mı Ertuğrul mu? Hatta Ertuğrul mu Ertuğrul Sağlam mı? Ya da Nurullah Sağlam mı?
Kardeşim şurada biz bizeyiz, bu düzen bize Yıldırım Demirören - Murat Aksu dayatmasını yapıyor mu? Haydi hepimize geçmiş olsun.
Bugün git Altınsay'a, Beşiktaş başkanlığını sor, sana " bu düzende beni Beşiktaş'a başkan yapmazlar" diyor. Peki ey ahali sen Altınsay ve onun gibilerin Beşiktaş başkanlığına aday olmaları için ne yaptın? Altınsay olur bir başkası olur umurumda değil. Bu kulübün adı Beşiktaş'tır. Bu kulübe gönül vermiş milyonlarca insan, sayısız değerli fikir adamı mevcuttur. Bu kulübü "para" ile değil "akıl" ile yönetecek onlarca yönetici adayı bulabileceğimizi hepimiz biliyoruz. Peki ne yapıyoruz? İbrahim Altınsay'ın kapısına gidip "sen önden git, arkanda biz varız!" diyebiliyor muyuz?
Hayır!
Sanki bir seçenekmiş gibi Aksu ile Demirören arasında gidip geliyoruz. Sonra da tribüne gidip "Yeter Demirören" diye tezahürat yapıyoruz. Demirören'e yeter ise, bu anlayışa, bu düzene yeter. Demirören'e yeter ise, Aksu'ya da yeter! İşin özü İbrahim Altınsay'ın başkan adayı bile olamadığı camia, klüp yapısına yeter!
Bugün biri "İbrahim Altınsay Beşiktaş başkanlığına ne güzel yakışır" dese diyebileceğimiz tek şey var; " Onu bırak şimdi, biraz gerçeklerden konuşalım". Peki bunun sorumlusu kim? Divan kurulu mu? Adaylıktan bahsediyorum, sade adaylıktan. İbrahim Altınsay binde bir oy bile olsa Ekşisözlük'te ve burada tanıdığınız, okuduğunuz "Jessie" karakterini Beşiktaş seçimlerinde temsil ediyor olması benim için onurdur, gururdur.
Ben var mıyım arkadaş o seçimlerde? Beni temsil eden kimse var mı?
Hiç şüphesiz bunun sorumlusu sensin, benim...
ve ben İbrahim Altınsay'a kendisiyle aynı Beşiktaş'ı sevdiğimizi ifade edemeyişimizin lanet hüznünü yaşıyorum her gün.
Zira bu insanlar yalnız insanlar. Bu insanların fikirleri değer görüyor mu sanıyorsunuz? Kim okuyor Altınsay'ı, kim biliyor? Kim katılıyor sanıyorsunuz görüşlerine? Olaylara bakış açısını kim beğeniyor sanıyorsunuz?
Çok üzülüyorum.
Hem Beşiktaş için hem de İbrahim Altınsay için...
"Beşiktaş adının olduğu her yerde acaba vardır" sözü aşağıdakilerden hangi yazara aittir?
- Krasotkin
- Thug Love
- Shelbyl
- Beautiful Freak ( Link )
Bugünkü numaralı biletimizin sahibi Gökhan Çatak olmuştur.
Avea'ya teşekkür ederiz.
Yarın aynı saatte görüşmek üzere...
Avea blog yazarları ve okuyucularına desteğini ifade etmek adına blog okuyucularına maç biletleri veriyor. Bu bağlamda Ankaragücü maçı için 2 bilet vereceğiz. Bu biletleri bilet avcılarına değil de blogumuzu okuyan, takip eden, yorum yapan yani özetle Beşiktaş aşkını bizimle paylaşan kişilere verme niyetindeyiz. Takdir edersiniz ki bunu yapabileceğimiz en basit yöntem ise hiç kuşkusuz blogla ilgili sorular sormak. Blogu takip eden kişiler için kolay sorular olacağını da şimdiden söyleyelim.
İlk biletimizi bu akşam saat 20:00'de veriyoruz
İkinci biletimizi ise yine
yarın saat 20:00'de vereceğiz.
E-Mail adresinizi yazmayı ve biletlerinizin
numaralı tribün biletleri olduğunu da unutmayın.
Bu Akşam saat 20:00'de Ekşibeşiktaş'ta buluşalım...
Rakip takım taraftarlarından oluşan arkadaş çevrem ve akrabalarla Beşiktaş’ı konuşup, tartışmaktan mümkün olduğunca uzak durmaya özen gösteriyorum. Hatta 2 gün önce marketten ekmeğimi almış evin yolunu tutarken 20 metre önümdeki 50 yaş üstü F.bahçeli komşumuzu görünce, eşofman ve terlikle yolumu değiştirme şansım olmadığı için adımlarımı küçültüp, benden önce apartmana girmesini bekledim. Altı üstü 30 saniyelik asansör bekleme seansı ve 15 saniyelik kabin içi sohbeti, ama cidden katlanılmaz bir hâl alıyorlar; yok yani ‘’M.Denizli, gol sıkıntısı, puan tablosu vs.’’ zaten alışkın ve hazırlıklı olduğumuz konular, lâkin ayak üstü yarım dakikada ne cevap verebilirsin ? Kıytırıktan bir gülüş ya da ‘’haklısın’’ deyip adamın tatmin olmasını sağlamaktan başka yapacak bir şeyin olmuyor, ufak çocuk olsa kopar ekmeğin ucunu tıka ağzına sussun, ama yok !
Maalesef son dönemlerde Beşiktaşlı çevrem ve takip ettiğim forum-blog sitelerinde de benzer sıkıntıları gözlemliyorum; ama bu sıkıntının temelinde objektiflikten nasibini alamamış ve nasıl geçirdik kültürü ile yoğrulmuş bir kitle olmadığı için kendimi ortamdan soyutlamaya yönelik çözüm arayışlarım da olmuyor. Bizdeki sıkıntı daha çok Bobocu, Nobreci, Tellocu, şucu-bucu diye bölünmelerden ve taraf olma anlayışına kazandırdığımız farklılıklardan kaynaklanıyor. Bu ne kadar zarar veriyor ya da neden böyle oluyor, tüm bunlar ayrı bir tartışma konusu tabi.
İstatistiksel olarak öne çıkan ve beklentilerin üzerinde işler yapan adamlar, hele bir de göze hoş gelen gollere imza atıyorsa bir anda vazgeçilmez hatta dokunulmaz olabiliyorlar. Halbuki bugün Ferrara bile Del Piero için "Del Piero takımın kaptanı ve sembol oyuncusu. Benim seçimlerimden çok memnun olmayabilir ancak benim elimde en üst seviyede dört forvet bulunuyor" diyebilmekte. Sığ düşünmeye devam edip de ‘’beklentilerin üzerinde iş yapıyorsa, daha ne istiyorsun!’’ diyenler şüphesiz olacaktır, ona da birazdan değineceğim.
Şimdi burada Tello kötü, yetersiz, bu ligde iş yapamaz diyecek halim yok elbet, nitekim geçen yıl şampiyonluğunda da hatırı sayılır katkıları olmuştur, ama Denizli’nin oynatmaya çalışıp da yanlış oyuncu tercihlerinden ötürü tam manasıyla hakkını veremediğimiz 4-3-3 sisteminde Tello şu an en fazla sırıtan oyuncuların başında geliyor, ama ne hikmetse Bobo-Nobre / Üzülmez-İsmail / Tabata ve Denizli’nin tavşanları tartışmaları arasında kaynayıp gidiyor. Halbuki an itibariyle Tello’dan ala tavşan yok; sol bek, sol ön, orta 5’linin solu gibi dolgun bir CV’ye sahip olmasına rağmen, ısrarla sahip olduğu özelliklerin yetersiz kalacağı bölgelerde tercih ediliyor. Bu kimi zaman sağ ve sol forvet pozisyonu olurken, zaman zaman da orta 3lünün bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Peki nedir Tello deyince ilk akla gelenler ?
İyi bir sol ayak, isabetli ortalar, oyun zekası, etkili frikik, duran toplar ve uzun mesafeli şutlar(hatta Denizli yukarıya astığım resmi görürse, pivot santrafor olarak da kullanmak isteyebilir)
Gelgelelim Tello, teke tek kaldığı pozisyonlarda (Keita gibi) çalım ile rakip beki ekarte edemez; Tello, (Arda gibi) sıfıra inip rakip savunmanın dengesini bozacak toplar kesemez; Tello, (Kewell gibi) girdiği pozisyonları yüksek yüzde ile bitiremez; Tello, (Serdar Özkan gibi) beki ile rakip çizgi oyuncusu arasına girip, 2.bir savunmacı pozisyonunu alamaz; Tello, (Holosko gibi) kenardan savunma arkasına topsuz koşular yapamaz; Tello, (Delgado gibi) adam eksiltip, kendi şutunu kendi yaratamaz; ama işte bu yapamaz-edemez dediklerimin hepsi kenar forvet oyuncusunun sahip olması gereken temel özelliklerin başında geldiği gibi, 3lü forvet oynayan takımların da neredeyse hücum güçlerinin tamamı anlamına geliyor. G.saray’ın kaybetmiş olduğu puanlar sonrası ‘’Keita ve Arda (Kewell) ’’ durgundu – etkisizdi eleştirilerinin yükselmesi bu yüzdendir. Bu yüzden Rijkaard Arda’yı orta 3lüde kullandığı vakit, sezon başı kenar forvette sergilediği performansa atıfta bulunuluyor, fakat biz kenar forvetlerin kaymağını yiyemediğimiz için hücum sıkıntılarını tartışırken Tello'nun yapamadıklarını neredeyse hiç önemsemiyoruz; hatta 1'e 1'de adam eksiltip, çizgiye inebilen tek silahımız Serdar'ı da harcamak için fırsat kolluyoruz. G.saray’dan yola çıktım çünkü gözümüzün önünde 4-3-3 oynayan tek takım ve bize nazire yaparcasına ileri 3lüye yatkın özellikte oyuncu tercihleri söz konusu.
Tello’nun yol açtığı sıkıntılar bunlarla sınırlı değil; Denizli’nin geçen yıl tanımış olduğu sınırsız özgürlük, Delgado’nun hareket alanını sınırladığı gibi bu sene de Tabata ve diğer hücum elemanlarının sürelerinden yemesine ve serbestliklerinin kısıtlanmasına yol açıyor. Başlangıçta belirttiğim bölünmelerden ötürü şu dakikadan itibaren gelebilecek olası Delgadocu yakıştırmalarına hazırlıklı olmam gerektiğinin farkındayım, ama söylemek istediğim şey fazlasıyla net; Tello 3.forvet olarak sahada yer alıp, (ki maç içinde Rüştü’nün başlatmak istediği hızlı hücumlarda degajlarının yöneldiği ve karşılaması beklenen en uç elemanımızın çoğu zaman Tello görünmesi verilen serbestliğin en önemli göstergelerindendir ) özgürlük tanındığı süreçte, Delgado orta 3lünün bir parçası ve takım savunmasına katkı sağlaması beklenen isim konumunda oluyordu. Nitekim savunma bilinci Delgado’ya oranla daha gelişmiş olan Tello serbest takılırken; Delgado, sisteme ayak uydurması beklenen oyuncu konumundaydı. Görev dağılımındaki bu terslikler ve oyuncuları doğru kodlayamamız çoğu zaman söz konusu iki ismin yeteneklerinin daha yararlı şekilde kullanılamaması gibi sıkıntıları doğurmakla beraber, orta alan savunmasını da sekteye uğratıyordu. Tello’nun geniş alandaki hız eksikliğini ve hava hakimiyetinin olmayışını da diğer problemler olarak not edebiliriz. (Bu sıkıntı daha çok kendisine veya koşu yoluna yöneltilen uzun ve yüksek topların kontrolünde ve değerlendirilmesinde boy gösteriyor)
Tabi buna rağmen geride bıraktığımız sezon Tello’nun 9-11 arası asistini göz ardı etmek olmaz, fakat şu an maç maç sıralayacak durumda olmasam da söz konusu asistlerin 2-3 tanesi dışında bunların görev aldığı mevkiden bağımsız olarak duran top ve geriden gönderdiği uzun ve derin paslarla geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. İşte bu da en başında değinmiş olduğum ‘’yaptıklarına rağmen, yetersiz buluyorum’’ eleştirisinin çıkış noktası. Tello’nun o duran topları kullanması ya da geriden bu pasları çıkarması için 3.forvet ya da hücum yönlendiricisi olarak görev almasına gerek yok, çünkü bu uğurda bir takım oyuncuların performansını da olumsuz yönde etkilemekteydi. Ne zamanki bu asistler oyun içinde ve kaleye yakın noktalarda, ‘’bizim de kenar forvetlerimiz iş yapıyor’’ dedirtecek nitelikte olur işte o zaman Tello’nun saha içindeki varlığı rahatsızlık uyandırmaz.
Aksi taktirde Tello’nun şu ana kadar Nobre’den,(120dk) Bobo’dan(124dk) ve Serdar Özkan’dan (324dk), toplamda da 568 dakika fazla forma şansı bulması pek kabul edilebilir ve kolay anlaşılabilir bir şey değil. Keza Holosko içinde aynı şey geçerli, o’nun da sakatlığına kadar ilk 5 hafta ve Avrupa’da 390 dakika süre almasına karşın, aynı süreçte Tello’nun 456 dakika süre aldığı gerçeği var. Lafın belini kıracak olursak, Tello bu takımın hücum gücünü kaldırabilecek ve yönlendirebilecek bir isim olmadığı gibi 3lü forvet ve 3lü orta saha oyuncusunun barındırması gereken öncelikli ve esas meziyetlere de sahip değildir, ama baktığımızda vazgeçilmezlik, dokunulmazlık, saha içi özgürlüğü gibi haklar tanınmasının yanında en fazla süre alan hücumcuların da başında geliyor. Beklentileri bu denli arttırmanın ekstra bir getirisi olmayacaktır.
Diğer yandan geçen yıl başlayan ve bu sezon da boy gösteren aldığı maaşın düşüklüğü ve zam istediğine dair söylentiler artarak devam etmekte, ne derece doğru bilmiyorum ama Carlos-Gökhan Gönül, Lincoln-Nonda(Arda), Rico-Nobre arasında da (örnekler çoğaltılabilir) aldıkları ücretler ve sergiledikleri performanslar arasında büyük farklar olmasına karşın, bugüne bugün Nobre’nin, ''Rico benim 2 katımdan fazla para kazanıyor, ama istatistikleri benim çok çok altımda, ben de zam isterim'' dediğine ya da maaşlar arasındaki uçurumun diğer futbolcuların performansına olumsuz etki ettiğine şahit olmadık. Sözleşmesi bittiğinde ya da dolmasına 1 sene kala yenileme yapıldığında zam talebinde bulunması en doğal hakkıdır ama şu şartlar altında ve kontratı 2011 Haziran’ında bitecekken bu sebepten ötürü sorun çıkarmasının da ‘’hayrola hemşerim’’ dedirtecek türden bir davranış olduğunu belirtelim.
Tello'dan yararlanacağımız maçlar olacaktır ama bana göre 4-3-3'te hiçbir önceliği haketmemektedir. Az kalsın unutuyordum; ''442 Delgado Otur Sıfır''
Değerli Ekşibeşiktaş okuyucuları,
Sanıyoruz ki bu blog'u, herhangi bir zaman diliminde, bir haftadan fazla takip eden bir kişi, blog'umuzun Yıldırım Demirören hakkındaki duruş ve tutumuna vakıf olur. Çeşitli zamanlarda, çeşitli platformlarda bu duruşumuzu dile getirmenin yanısıra, bir de bu duruşu sembolleştirme adına sağ üst köşede bir banner'a yer vermekteydik.
Fakat seçim döneminin yaklaşması, ve de Ekşibeşiktaş'ın her şeyden önce tarafsız, daha doğrusu sadece Beşiktaş sevgisine taraf bir blog olarak anılması ve tanınması gerektiğini düşündüğümüzden, mevzubahis banner'i şimdilik kaldırdık. Umarız ki bir daha onu oraya koymak zorunda kalmayız.
Saygılarımızla,
Ekşibeşiktaş yazar kadrosu

senin adın güzbahar olsun
baharı kendi içinde tekrar eden
ağaçları bir güldüren bir solduran
bulutları ağartan, karartan
gülümsemende saklı dursun gözyaşların
senin adın güzbahar olsun
avuçlarındaki terin coğrafyasıdır
hüznü demirbaşa bağlayan
sisli bakışlarındır şafağı ağartan
ama en çok da dudaklarında asılı duran
çileğin kokusudur
bir mevsimi diğerine bağlayan
Dünyanın çeşitli branşlarında çeşitli sporcular izliyoruz. Neredeyse her gün dünyanın bir yerinde bir üst düzey final maçı yapılıyor. Orada kazanan ve kaybedenleri irdelediğimizde bize bazı ipuçları veriyor.
Bir hafta önce "Türk sporcusuna bu haliyle güvenmek hatalıdır" demiş ve tepki almıştım. Benim aslında ne demek istediğim Fenerbahçe Galatasaray müsabakasında net olarak ortaya çıktı. Arda Turan - Cristian Baroni kavgasında daha çok etkilenen tarafın "Arda Turan" olması sizce tesadüf mü?
Türk sporcusunun takım sporlarında başarılı bir çizgisi olduğunu söylemek için, sanırım sporla ilgilenmemek gerek. Bugün dünya basketbolunun zirvesindeki Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur'un kendi takımlarındaki verimliliklerine, takım içi uyumlarına ve katkılarına bakın, bir de Milli takımdaki. Yurt dışında oynayan herhangi bir oyuncumuzun o takıma yaptığı katkıya bakın, bir de Milli takımımıza... Arada ciddi bir fark olduğunu göreceksiniz.
Fildişi Sahilleri milli takımını bilir misiniz? Kolo Toure, Eboue, Yaya Toure, Didier Zokora, Abdel Kader Keita, Bakary Kone, Aruna Kone, Didier Drogba... Her bir oyuncuyu bir kendi takımlarında izleyin, bir de dönün Milli takımlarında izleyin farkı farkedeceksiniz. Orada Arsenal, Chelsea'de oynayan oyuncular öncelikle "takım" şemsiyesinin altına geçmeyi kabul ediyorlar. Ortaya konan düzenle bir problemleri yok. Milli takımlarına geldiklerinde ise -şaşırtıcı değil- birden çocukluklarına, futbol eğitimi almadan önceki hallerine dönüyorlar ve birbirinden kopuk 11 oyuncu olarak potansiyellerinin çok altında kalıyorlar.
Türk sporcusunun da Fildişi Sahili oyuncularından hiç bir farkı yok bu anlamda. Bunun örneğini her hafta her maçta görüyoruz.
Servet Çetin ileri çıkışlarını "sorumluluk alıyorum, geride de kalıp sorumluluktan da kaçabilirim" diyor. Arda Turan işler kötü gidince kahramanlığa soyunma gereği hissediyor. Lakin Banu Yelkovan'ın da dediği gibi, "Arda'nın bir de takım arkadaşları var oysa ki".
Türk sporcusu, mevcut sporcu eğitim düzeni değişmedikçe çok az final karşılaşmasından yüzü gülerek ayrılacaktır. Bugün zor şartlarda olan Galatasaray'dı ve bu mental düzeyde olmadığı için kaybetti. Futbolcular maç bittiği dakikada otobüslere binip Ali Samiyen'e geçselerdi bu sefer de Fenerbahçe kaybedecekti, hatta bence çokça ezilecekti.
Sporda romantizme bir yere kadar yer var. Aydın Karabulut, Batuhan Karadeniz, Mehmet Sedef, Serdar Özkan... Hepsi mental anlamda sıkıntılı oyuncular. Hepsinin ayrı karakteri, ayrı geçmişi var ama üst düzey sporcu olmalarını etkileyen en temel faktör mental düzeyleri. İşte o noktada, "solda Mehmet Sedef - Aydın Karabulut, forvette Batuhan, ortada Necip oynasın" havada kalıyor. Bunun suçlusu bu gençler değil elbette. Bunun suçlusu koçuyla sorun yaşayan Mehmet Okur da değil, zor durumda kalındığında kendini Michael Jordan zanneden Hidayet Türkoğlu da değil. Sorun bu sporcuların kişilik ve bir sporcu kimliği kazandığı dönemlerde bunları mental olarak hazırlayamayan spor organizasyonunda.
Bunu Jean Tigana olup çözemezsiniz. 6 ay sonunda "deli" diyip gönderirler. Bu iş üst düzey takım hocalarının yapacağı iş değildir. Bu bağlamda Batuhan neden oynamaz sorusunun muhatabı Mustafa Denizli de değil.
Beşiktaş özkaynak düzenine geri dönüş yapacaksa bunun Necip, Batuhan, Rıdvan gibi gençlerin oynatılması anlamını taşımadığı çok açık. Daha çok küçük yaşta potansiyelli oyuncuları tesbit edip onlara "özel" bir hayat sunacaksınız.
Ben bugün soruyorum; Batuhan Karadeniz'in yaşamış olduğu travmalar Beşiktaş kulübünün mü yoksa daha çok Türk sporunu idare edenlerin mi problemidir? Batuhan hiç şüphesiz önce Türk sporunun bir ferdidir. Batuhan'ın idaresi o yüzden Beşiktaş kulübüne bırakılamaz. Bırakıldığı noktada da "Kral yapmam, ben kral olurum" cümlesinden öte bir noktaya varılamaz... Bu zihniyetin oynadığı Beşiktaş ta iki sene sonra genç takım tesislerini yakar, yıkar.
Türk sporcusuna güvenmeyi "haydi koçum, sen oynuyorsun" den ibaret sananlara ithaf olunur...
Radikal'in haberinden anladığımız üzere, hakem raporlarına, ve yahut onu değerlendirenlere göre maç öncesinde kavga çıkarmak suç unsuru değilmiş; yani Arda ile Cristian masummuş.
Maç sonrasında küfür etmek 2-3 maçtan başlıyor, maç öncesinde -muhtemelen küfür de edip- direkt kavga çıkarmak cezasız.
İzanım yetersiz kaldı benim, bunu bana biri lütfen açıklasın.

34 Sayı
9 Asist
8 Ribaund
4 Top Çalma

Kahvede, barda kısacası dışarıda bir mekânda maç izlemenin keyfini! eminim ki pek çok defa tatmışsınızdır. İnsan psikolojisinde onulmaz yaralar açan bu deneyimin en kötü hali de ne yazık ki Beşiktaş maçlarında yaşanmakta. Üç büyük takımın taraftarının psikolojisini biraz anlamak için en yakınınızdaki kahveye gidin ve o takımın maçlarını izlemeye başlayın.
Galatasaray taraftarının rahatlığını henüz şimdiye dek hiçbir yerde görmedim. Bu sadece bu sene için geçerli değil, kulübün genetiğine girmiş bu rahatlık, aslına bakarsanız Ayhan, Servet, Gökhan Zan gibi isimlerin aynı anda sahada olup da kafa kafaya çarpışmamalarının nedeni. Bu üç futbolcuya Beşiktaşlılar ve Fenerbahçeliler teker teker bile tahammül edemez iken, Galatasaray cenahında pek bir sorun teşkil etmiyor yüksek özgüven sayesinde. (Tek istisnai isim Sabri, o ne yaparsa yapsın küfrü yiyor ne yazık ki…)
Fenerbahçe taraftarı ise futbolcuları ile olan uzaktan iletişimlerinde, Beşiktaş taraftarına yakın bir çizgide seyretmekteler. En ufak geri pasta, isabetsiz ortada, kötü bir şutta en büyük tepkiyi küfürle vermek Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftarlarının ortak özelliği… Aradaki tek fark, Fenerbahçe taraftarı daha anlık tepkiler verirken, Beşiktaş taraftarının kendi arasında bazı isimler üzerinden ayrışmasında.
Böylesi bir ayrışmanın temel sebebi elbette ki sahadaki işlerin bir türlü istenildiği gibi gitmemesinden kaynaklanmakta… Beşiktaş gibi kalabalık ve kalitesi birbirine yaklaşık olan futbolculardan oluşan kadrolarda, oyun kötü gittiğinde sahada olmayanlar ilaç gibi gelmekte taraftarın gözünde. Ricardinhocular, Delgadocular, Tellocular, Bobocular, Holoskocular, Nobreciler derken bir de baktık ki Beşiktaş içinde başka bir Beşiktaş tutmaya başlamış her bir taraftar.
Tabii bu ayrışma sadece saha içiyle de sınırlı değil, sonu ne olursa olsun yönetime derhal tepki verilmesini isteyenler, duruma daha itidalli yaklaşıp olağanüstü durumlardan sakınanlar, teknik direktörün biletini üç maçta kesenler, sezon içinde teknik direktör değişiminden imtina edenler olarak uzayan liste “kırk kulpu kırık kırk kutup” oluşmasına neden oluyor.
İşin yönetim kısmından, daha önceki yazımda “Üç Renk: Siyah” ‘da bahsetmiştim. Teknik ekip konusu ise Jean Tigana’nın gidişinden beri benim için anlamsızlaşmıştır. Sonuçta kendi teknik direktörünün kuyusunu kazmak için çalışan yöneticilerin olduğu bir yerde teknik, taktik üzerine kafa patlatmak saflıktan başka bir şey olmuyor.
Hatırlarsanız 100. Yıldaki şampiyonluktan sonra, 101. Yıldaki başarısızlığın eleştirisi yapılırken, başarıyı paylaşamamak en önemli neden olarak gösterilmiş, Yıldırım Demirören ve Kıvanç Oktay’ın yönetimden istifası, bazı önemli isimlerin yeniden yönetimde yer almaması bunla bağdaştırılmıştı. İşte son şampiyonluktan sonra yine benzer tablonun oluşması belki de şu anki durumun izahlarından birisidir.
Geçen seneki başarı için kimisi rakiplerin kötülüğüne, kimisi taraftara, kimisi dualara, kimisi meşhur Denizli balına atıfta bulunsun, benim için şampiyonluğun karşısındaki isim her zaman Mustafa Denizli olarak kalacaktır. Şampiyonluk yaşamamış bir dolu isimle ve paranoyaklaşmış taraftar desteği ile Beşiktaş gibi kırılgan bir camiada, ligin ilk yarısını altıncı olarak tamamladıktan sonra bu denli başarılı olunmasının en büyük nedeni, Beşiktaş’ın büyük kulüplere ve büyük sporculara has olan egosunu kaybetmişken, bunu Mustafa Denizli’nin egosuyla doldurmasıdır. Çünkü lider olmak için “ben yaparım” demek en önemli koşuldur. İddialı olmak, yanılmaktan korkmamak, herkese meydan okumak özellikle Beşiktaş gibi sadece teknik-taktik sorunları olmayan kulüplerde önemli detaylardır.
Hem teknik ekip konusunda yıllardan beri süregelen benzer yanlışların sürekli tekrar etmesinden dolayı, hem de futbola ölüm kalım meselesi gibi değil de gülerek bakan, ancak hırsından da bir şey kaybetmeyen, rakı masalarının ağır abisi görünümlü Mustafa Denizli’ye olan sempatimden dolayı, artık maçları izlerken kalbim sıkışsa dahi, şu aşamada teknik direktör değişikliğini pek manalı bulmuyorum. Yoksa istikrar gibi bir masala inanmış değilim. Bir kere en başta bu yönetim varken, geleceğe dair pek bir şey düşünmemek en iyisi. Ocak ayına kadar Mustafa Denizli elindeki kadrodaki tüm kombinasyonları denesin, belki ideal bir 11 ile işleri yoluna koyar bile. Olmadı, artık bu denemeler dayanılmaz bir hal aldı diyelim en fazla yola Tayfur Havutçu ile devam edilir. Ocakta da yeni yönetim, yeni teknik direktörle yeni bir başlangıç yapar ve artık sabit bir sistemi, kimin nerede oynadığı belli olan, kendi mevkisinde oynayan futbolculardan oluşan bir takım izleme şansına sahip oluruz umarım.
Gelelim saha içine. Saha içindeki grilikler daha da fazla. Sistem karmaşası, gol kısırlığı, mevkisi sürekli değişen futbolcuların veriminin düşmesi, küstürülen futbolcular, sürekli yedeğiyle karşılaştırılan futbolcular…
Herkesin üzerinde net olarak uzlaştığı bir isim bulmak zor şu takımda. Bobo yetenekli ama çalışmıyor, Nobre gayretli ama bal yapmıyor, Holosko iyi mi kötü mü kimse karar veremiyor, Tello canı isterse oynuyor, Tabata halen alışmaya çalışıyor, Nihat bir sene sakatlık üzerine bir de sezon başı çalışmamasının bedelini ödüyor, Yusuf geçen sene zirvede bırakmadığına yanıyor, Batuhan arıza çıkarıyor, Serdar Özkan’ın ne yaptığının kimse farkına varmıyor derken, sonra da soruyorlar Beşiktaş neden gol atamıyor? Yahu iyi bile atıyor denilebilir şu tabloda.
Zaten kafası bu kadar karışık bir camiayı, bu kadar isimle daha da karıştırmanın anlamı yok aslında. Bundan sonrası için yapılacak en iyi hamle artık üzerinde kimsenin tartışamayacağı bir veya iki isimi bu takıma katıp, daha fazla kakofoniye izin vermemek olacaktır muhakkak. Yoksa şu futbolcu aslında çok iyi, inadına bu futbolcu derken, resmin bütününe kafa yormaya fırsat bulamadan böylesi detaylarla kendi aramızda boğuşmaktan başka bir şey yapmamız pek mümkün olacak gibi gözükmüyor.

"Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz."
"Büyük takımlar kupalarıyla, küçük takımlar büyük takımları yenmeleriyle övünür".
Şimdi muhtemelen bu yukarıdaki iki özlü sözü okuyunca ne oluyor lan dediniz. Demiş olmanız lazım yani. Demediyseniz bir mallık vardır.
Neyse, postlarda yorumlara bakıyorum da arkadaş Beşiktaş blogunda, Beşiktaşlıların blogunda yorum olarak "yæ bi duruş tutturmuş gidiyorsunuz, ama bak objektif değilsiniz" falan. Bunun bir denyoluk olduğu konusunda hemfikiriz sanırım değil mi? Yani Beşiktaş ve Beşiktaşlıların blogunda nasıl bir yapı bekleniyor?
Üstteki iki cümleye gelelim. Bunlardan birincisi İslam Çupi'ye ait. Ne manaya geldiğini bunca yıldır çözemedim. Acaba İslam Çupi ne durumda söyledi bunu? Mesela sormuş mudur biri, "İslam Baba, Fener büyük falan diyorsun da nasoıl büyük ya, ne iş?" ditye. islam Baba da cevap kastırmaya üşenip (öyle ya, her taraftar için kendi takımı büyüktür, bir kıstas olmasına gerek yok. x yüzünden büyüktür diye bir takımı tutuyorsan malsın) "ya öyle böyle bir büyüklük değilişte, kupa mupa mühim değil" demiş olabilir mi?
Yani bizim "
Sevinmek için sevmedik" sözümüz için sürekli bir kulp yaratan arkadaşlar acaba kendi takımları için söylenen bu sözden aynı anlamı çıkaramayacak kadar aptal olabilir mi?
Gelelim ikinci söze. Çocukluk kahramanlarımdan Michel Platini'nin sözü. Birinci sözün tamamen tersi, %100 materyalist. Kupan varsa övün arkadaş diyor Platini. Takımının büyüklüğünü anca kupayla kadehle ölç, güce tap. Belki Galatasaray'ın da vardır böyle sevinmek için sevmedik minvalinde sözleri ama ben bilmiyorum açıkçası.
Diyeceksiniz, nereden çıktı lan bu muhabbet? Haklısınız da El Sikko sonrasında atışmaların hep bu eksende olduğunu görünce dayanamadım.
Bir taraf işin sadece çük boyuyla ilgilenir gibi "Büyüğüz biz, ama öyle böyle değil, kupa şampiyonluk falan değil"i metre cinsinden algılıyor, diğer tarafı "Kupan yoksa sikime kadar, kupamız var büyüğüz"den bir cm öteye gidemiyor.
İkisi de büyüklüğü anlıyor ama onu da yanlış anlıyor neticede. (Fenerbahçe anlayacak gibi de işte bambaşka tarafında işin, bir saksı düşümüyle belki anlayabnilirler)
Tüm bu şartlar altında bu büyüklük hadisesi içerisinde olmamaktan dolayı mutlu ve gururluyum. "
Bu dünyada 2 büyük var biri 70'lik Yeni Rakı, diğeri Beşiktaş" diyecek kadar büyüklüğü NİCELİKten NİTELİKe çevirebilmişlere selam olsun.
Haber burada
Eto’o, Ronaldihno, İbrahimoviç, Shevchenko içerikli haberlerin ne maksatla çıkarıldığını bile bile ‘’dur bakayım cidden geliyor mu’’ deyip de parasını sokağa atanların sayısında hiçbir zaman azalma olmayacağı için bu haberleri çıkaranlara kızıp-tepki vermek gelmiyor içimden. Aynı golü defalarca kez yiyip de akıllanmayanlar sayesinde bu iş artık gazeteciliğin bir parçası ve en etkili hücum silahı haline gelmiştir; tek çözüm almamak-okumamak, ama bir yandan da kaç kişi İsmail Er ve türevlerini tanıyor ki ? Şurada hepimiz vakti zamanında en az 3-5 kere Kluivert tuzağına düşüp, günlerce hayal kurmuşuzdur.
Yukarıdaki haberin asıl konusu her ne kadar Grafite transferi olsa da beni gram heyecanlandırmamıştır; zira amaç belli, niyet belli, içerde-dışarda son 5 transfer haberi istatistikleri ortada, o yüzden ‘’he’’ deyip geçmek lazım ama aşağıda yuvarlak içine aldığım bölüm kepazelikten başka bir şey değil.

Yok yani Haziran’da top başı yapıp, Temmuz sıcağında bilmem kaçıncı turdan ön eleme oynamaya başlamadık, Estonya, Moldova deplasmanlarımız olmadı, aksine son torbadan Uefa Avrupa Ligi seri başlarını gölgede bırakacak takım çekip ‘’işte Şampiyonlar Ligi bu’’ dedirttik.
Şurada Shevchenko yazmak için bile Google’dan doğru yazılışını kontrol ediyor-öyle yazıyoruz; az biraz dikkat yahu, ayıptır !
Haber1903
Öncelikle dün Akatlar Cola Turka Arena`da oynanan Beşiktaş Cola Turka - Antalya Bşb. Erkekler Basketbol Ligi maçında bir grup taraftar salona giremedi.
Dışarıdaki gruba bağlı bulunan ve salona girebilen 10`a yakın taraftar ise yönetim kurulunun oturduğu bölüme yönelerek "Yönetim uyuma taraftarın dışarda" diye tempo tuttu.
Taraftarın bu söylemine tepkisiz kalan yönetime karşılık taraftarlar bu sefer de "Yeter, Yıldırım Demirören yeter" diye protestolarda bulundular.
---
Temizliği Yıldırım Demirören'in yapıyor olması temizliğin değerinden bir şey kaybettirmez. Beşiktaş tribünü hiç şüphesiz temizlenmelidir. Temizlenmesi gereken kitleler bellidir ve bu kitlelerin yine aynı yönetimler tarafından yaşatıldıkları da ortadadır.
Eğer temizlik, Demirören muhaliflerinin üzerinde yapılacaksa evet, "Bütün Tribünü Temizlesene!"
Lakin bu temizlik stadyumda, spor salonunda hadise çıkarma amacıyla bulunan, ağzından küfür yüzünden nefret eksik olmayan, maça giremedi diye "Yeter Yıldırım Demirören" diyen kitlelerin temizlenme niyeti varsa, yine kendi iyi niyetimle Demirören'e desteğimi veririm...
Eskişehir deplasmanı, fikstürümüzün en zor dönemeçlerinden biriydi. Bu akşamki zorlu deplasmanı 3 puanla kapattık, önümüzde puan kayıplarıyla bizi zirveye yaklaştıracak bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisi var. Normal şartlar altında, sevinmemiz lazım. Var olan tabloya bakarak umutlanmamız lazım. Velakin kağıt üstündeki tablo gerçekle bağdaşmıyor. Herkeste bir karamsar hava var ve böyle olması da çok doğal. Çünkü takımın bu hücum gücüyle ve performansıyla geleceğe umutla bakmak için Pollyanna ile yatıp Peter Pan ile kalkmak lazım.
Geri dörtlü ve onları besleyen orta sahaya baktığımızda aslında çok ciddi bir sorun yok. Her ne kadar bugün oynanan karşılaşmada rakibin en önemli iki hücum silahı Youla ve Ümit Karan sahada olmasa da savunmanın bütün noksanlıklarıyla birlikte geçer not aldığını söylemek gerekiyor. Eskişehir maçında Fink defansif açıdan Ernst'i neredeyse aratmadı. İbrahim Kaş ve İbrahim Toraman ilk defa yan yana oynamalarına rağmen ellerinden geleni yaptılar. Peki ya hücumcular?
Gerçekten anlamak mümkün değil. Sezon başından beri gol atmak için ümit beslediğimiz ne kadar hücumcu varsa hepsi de vasatın altında, berbat oynuyor. Bobo, Nobre, Nihat, Holosko, Yusuf, Tello. Hepsi birden haftalardır kötü oynamayı nasıl başarıyorlar? Hadi Nihat'ta iki haftadır bir kıpırdanma var, Holosko tam düzelecekti sakatlandı diyelim. Tello'ya ne oluyor? Eskişehir maçında Beşiktaş'a geldiğinden beri en kötü Tello'yu izledik. Oyundan tamamen kopuk, kendisine atılan pasları bile fark etmeyecek kadar şuurunu kaybetmişti. Bobo ise apayrı bir mevzu. Adeta beni takımdan gönderin diye yalvarıyor. Ayağına gelen bütün topları eziyor, bugünkü maçta kaleye bir tane şut dahi atamadı. İyi de biz Bobo'nun oynadığı zamanları da gördük. Hani görmesek bu amatörü takıma kim getirdi diye isyan etmemek elde değil. Nobre ise klasik yedek travmasına girmiş gibi gözüküyor. Boş kaleye gol kaçırma konusunda rekordan rekora koşuyor hazretleri.
Bir takımın bel bağladığı bütün hücumcular sıfır noktasına gelirse olacağı budur. Kaç haftadır Mustafa Denizli'ye kızıyorduk(haklı olarak hala kızıyoruz) ama bugün tablo çok net bir şekilde ortaya çıktı. Denizli, herkesi en uygun mevkide oynatsa da bu oyuncular bugün için bu performansın üstüne çıkacak gibi gözükmüyor. Çünkü takım içindeki ciddiyette, işine sahip çıkma noktasında ciddi sorunlar var.
Hepimiz bir meslek sahibiyiz. Kimimiz o mesleği severek yapıyor kimimiz sevmeyerek. Siz hiç futbol oynamayı sevmediği halde futbolcu olan kaç kişi biliyorsunuz? Bu öyle bir meslek ki hem dünyanın parasını kazandırıyor hem de insana zevk alabileceği bir işi yapma imkanı veriyor. Benim ise öyle bir lüksüm yok. Geçimimi sağlamak için işimi yapmak zorundayım. İşimin hakkını vermek zorundayım. Veremediğim an işim biter zaten. Beşiktaş formasını sütüne geçiren bu oyuncuların büyük puntolarla bir kağıda "Bugün Beşiktaş İçin Ne yaptın" yazıp başuçlarına asmaları lazım. Her gün usanmadan bu soruyu kendilerine sormak zorundalar. Sormuyorlarsa da hesap sorulmalı.
Hiçbir zaman para verip karşılığını bekleyen taraftar ruh haline girmedim ama ben haftamın en değerli tatil akşamını dünyanın parasını ödeyerek bu berbat futbolu izlemek için vermiyorum. İşine ciddiyetle sarılmayan, eli belinde sahada gezinen adamlara tahammül etmek için para ödemiyorum. Allah için doğru düzgün top oynayın, işinizin hakkını verin. Direkleri dövün, goller kaçırın, mağlup olun ama işinizin hakkını verin.

Bizde istifa neyse, jübile de emeklilik de o işte... Adam gelir 80 yaşına, çocukları neredeyse olmuş 60 yaşında, hala işinin başında durur... Ardından gelecek on kişinin hayatını anlamsız kılar, pasifize eder... Hadi kimisi dehadır bunların, sıfırdan getirmiştir o işi buralara ve hala çocuklarından iyidir, anlarım... Peki beceremeyenler? Ayak uyduramayanlar zamana? Bırakamazlar... Arkalarından gelenleri anlamsız kılmak kendilerini anlamsız kılmaktan kolaydır çünkü...
İstifa denen naneyi biliyoruz zaten, memlekete uğramamış bir basiret vesikasıdır yabancı memleketlerde...
Şifo'ya teşekkür etmeli bu yüzden... Zamanında yapmış jübilesini, "kurt kocayınca..." hikayesine düşmeden bırakmasını bilmiş... Keşke hem Beşiktaş'ta, hem rakiplerde arkasından gelenlere de bırakabilseydi bu mirası...

Stat: Eskişehir Atatürk Stadı
Hakemler: Tolga Özkalfa, Erhan Sönmez, Mustafa Emre Eyisoy, Suat Arslanboğa (4. Hakem)
Eskişehirspor: Ivesa, Murat Önür (Dk. 86 Nadarevic), El Saka, Vucko, Koray, Burak, Sezgin, Doğa, Volkan Yaman (Dk. 72 Adem Sarı), Mehmet Yılmaz, Bülent Kocabey
Yedekler: Atilla, Arda, Selçuk, Hüseyin, Veysel, Adem, Nadarevic
Teknik Direktör: Rıza Çalımbay
Beşiktaş: Rüştü, İbrahim Üzülmez, İbrahim Kaş, İbrahim Toraman, Ekrem Dağ, Tello, Uğur İnceman, Fink, Tabata (Dk. 46 Erhan), Nihat (Dk. 90+3 Necip Uysal), Bobo (Dk. 73 Nobre)
Yedekler: Hakan Arıkan, İsmail Köybaşı, Necip, Erhan, Erkan, Nobre, Serdar Özkan
Teknik Direktör: Mustafa Denizli
Gol: Ekrem Dağ (Dk. 83)
Sarı Kartlar: Uğur İnceman (Dk. 65), Doğa Kaya (Dk. 70), Bülent Kocabey (Dk. 78), El Saka (Dk. 79), İbrahim Toraman (Dk. 86), Adem Sarı (90), Ivesa (Dk. 90+3)
Günümüz öğrenme metodlarından en önemlilerinden biri "tekrar" dır. İnsan belli bir konuyu tekrar tekrar üzerinden geçerek ele aldığında daha başarılı oluyor. Bunu öğrenme metodlarında uzmanlaşmış bilim insanları ifade ediyorlar. Bir yetiyi kazanmanız için yapmanız gereken en temel şeylerden biri o beceriyi tekrar etmek.
Bunun günümüz futboluna da yansıması çok açık. Uzun vadeli projelerin temel ögelerinden biri de bu "tekrar" meselesi zaten. Bir oyun şablonu, şablon içinde sporcuların bireysel taktikleri, bunların uygulanışı, bir meleke haline getirilişi ve neticesinde hedeflenen kusursuz işleyiş.
Günümüzde uzun vadeli çalışma fırsatı bulmuş teknik direktörlerde aslında hep aynı şeyi görüyoruz. Takım şablonuna ve oyuncu dizilişlerine sadakat... Örneğin Arsene Wenger. Dikkat edin hem şablon istikrarı var hem de oyuncu istikrarı var. Kötü giden iki maçın neticesinde Abou Diaby'nin yedeğe çekildiğini göremiyoruz. Tek gördüğümüz, üçüncü maçta Diaby'nin daha iyi oynadığı. Zira orada sorunlar bireyler üzerinden değil, sistem üzerinden çözülmeye çalışılıyor. Hiç şüphesiz bireylerin yeterlilik düzeyleri sistemin işleyişi için olmazsa olmaz ama orada da oyuncu seçimindeki titizlik devreye giriyor. Örneği Wenger'den verince illa "orası da Arsenal kardeşim" noktasına kayıyoruz ama ona da birazdan Bülent Uygun'dan uygun bir cevap vereceğim.
Bugün Avrupa'nın hangi üst düzey takımına baksanız aynı şeyi görüyorsunuz. Wolfsburg da böyle, Galatasaray-Fenerbahçe de böyle, Barcelona, Genoa da böyle... Maçlarını tlevizyondan bile izliyor olsanız o pozisyondaki oyuncunun hangi misyonla sahaya çıktığını algılayabiliyorsunuz.
İşte günümüz futbolunun temel ögesi "netlik" bu yüzden. Üst düzey takımlarda görev tanımları, beklentiler belli. Sahanın herhangi bir yerindeki oyuncu kendi görevini bildiği gibi takım arkadaşlarının görevlerine de hakim olduğundan saha içerisinde bu anlamda bir kargaşa yaşanması da mümkün olmuyor.
Günümüz futbolunda iki takım arkadaşının saha içinde "çarpışması" hiç hoş karşılanacak bir husus örneğin. Görev tanımındaki problemler, saha parselasyonundaki aksaklık vs gibi bir sürü etmen sayabilirsiniz. Temel örneğinizi de Fink'in Wolfsburg maçında Sivok'u sakatladığı pozisyon olarak alırsınız.
Avrupa'nın üst düzey tüm teknik direktörlerinin bu anlamdaki tutumu bellidir. "B planı" denen, işler yolunda gitmediyse yapılacak hamle ne Jean Tigana'da, ne Vincent Del Bosque'de, ne Arsene Wenger'de, Ne Frank Rijkaard'da mevcuttur o yüzden. Göremezsiniz, duyamazsınız. Bir maçlık hamleler, format değişiklikleri vs bu teknik direktörlerin kitabında yazmaz. Onlar aylarca, yıllarca oturtmaya çalıştıkları düzenlerinin takipçisi olurlar. Örneğin yine Arsenal... Yılların 4-4-2 takımı bu sene 4-3-3 oynuyor. Lakin bu sene hiç bir maçta da 4-1-2-1-2 veya 4-4-1-1 şeklinde başka dizilişlerde sahaya çıkmıyor. Saha içindeki pas açıları, görev tanımlarının değişmesi, oyun planının değişmesi gibi bugünden yarına değişemeyecek hususlar var zira. Aksini yaptığınızda Fink'in Sivok'a kafa attığı bir takım olup çıkıyorsunuz zaten.
Eboue'nin geçen sene sol kanatta başarılı performansından sonra sorulan bir soruya şöyle cevap veriyor Wenger; "Eboue sol kanatta da oynayabilir. Çünkü öyle eğitildi." İşte o düzeyle bizim düzeyimiz arasındaki temel farklılık "anlayış" oluyor o yüzden. Bunun parayla pulla da alakası yok. Sivasspor'un eski teknik direktörü Bülent Uygun ne diyordu hatırlayalım; "Arsenal'i çalıştırmak kolay, gelsin Sivas'ı şampiyon yapsın da görelim." Şimdi bu zihniyetle katebileceğin mesefa ne olabilir bunu sorgulamak lazım. "Eboue öyle eğitildi" sözü aslında oradaki futbol yönetiminin zihniyetini çok güzel açıklamıyor mu? Bugün Serdar Özkan'ın ters kanat aksiyonlarında başarısız olmasını yine aynı cümlelerle açıklayabilir miyiz; "Serdar Özkan öyle eğitilmedi" Aynı şekilde, Paf takımında forvetti, A takımda sol bek oldu deseniz, Mehmet Sedef'in adamını kaçırmasını izah edebilir misiniz? İsmail Köybaşı'nın ofansif oyuncu olarak aldığı futbol eğitimi defansif nosyonunun zayıflığını da ifade etmez mi?
Tekrar dönelim istikrar ve ezber meselesine. Topu bir oyuncunuza verdiğinizde yanındaki oyuncunun özelliklerini ezbere bilmesi, ne zaman topu verebilir, ne zaman veremez, ne zaman panik yapar, ne zaman yardıma ihtiyaç duyar... İbrahim Kaş topu ayağına aldığında hangi pas kanallarını kullanmalıdır, ne zaman hücuma destek vermeli, ne zaman daha kontrollü oynamalıdır? Ters kanadında İsmail'in veya İbrahim'in tercih edilmesi İbrahim Kaş'ın bireysel taktiğini nasıl etkilemelidir?
Şimdi İbrahim Kaş özelinde konuşacaksak söylememiz gereken temel şey bu oyuncunun hangi mevkinin oyuncusu olduğunu dahi daha kesin şekilde ifade edemiyor oluşumuzdur. Beşiktaş'ın ideal sağ beki kim sorusu hala muallak mesela. Biz bu oyuncudan sağ bek oyuncusunun temel gereksinimlerinin ne olduğunu anlamış olduğunu varsayıyoruz oysa.
Bırakalım oyuncuların pozisyon gereksinimlerini ne kadar anladıklarını, takım rotasyonu bile belli değil.
Fink 11'in oyuncusu mu, rotasyon oyuncusu mu tartışmalı.
Rodrigo Tabata'nın Şampiyonlar Ligi maçlarında oynatılmıyor oluşu taktik icabı mı, uyum süreci mi, yoksa bir başka sebep mi?
Beşiktaş'ın esas oğlanı Bobo mu yoksa Nobre mi?
Ekrem'in esas mevkii neresidir?
İbrahim Üzülmez mi, İsmail Köybaşı mı?
Tello sol bek mi, forvet arkası mı?
Yoksa Sivok stoper değil mi?
İşte bu yüzden Beşiktaş'ımız soru işaretleriyle dolu bir takım oluyor.
Bugün Galatasaray ve Fenerbahçe'nin 11'lerini %90 oranda tahmin edebiliyorsak bunun bir anlamı olduğu çok açık. 3 ayda bir şablon ve rol paylaşımı yapabilmiş ise bunu Rijkaard ve Daum'un becerisi olduğunu ortaya koymamız gerek. Ancak şüphesiz ki 12 aylık periyodta bunun bir bölümünü Mustafa Denizli'den beklemek te bizim hakkımızdır.
Çünü biz bu kadar kötü bir organizasyonu haketmiyoruz...
Milliyet Gazetesi'nde Wolfsburg - Beşiktaş maçı ile ilgili "Alman Basını Ne Dedi?" haberlerini okuyordum da, aklıma takıldı. İlgili haber
burada. Aklıma takılan şey ise şu; haber metnindeki ifadeleri bir Alman gazetesi yazmış olamaz gibi geldi. Mesela habere göre Kicker şunu demiş: "
Fink ve Ernst'in barutu yoktu. Ateşli taraftarlarıyla Wolfsburg karşısında Beşiktaş'ın iki Alman yıldızı fazla varlık gösteremedi. Takımlarını ateşleyemediler. Ernst vasat oynarken, Fink görevi sadece Wolfsburg'un oyun kurucusu Misimovic'i durdurmaktı."
Şimdi Kicker'ın maç ile ilgili yorumları şu
linkte. Üstteki yorumları bırak, Ernst ile Fink'in adı en başta, "
İstanbul takımının başlangıç 11'inde ortada iki Alman vardı" tarzı bir cümlede geçmekte. Şimdi günahını almak gibi olmasın, bütün websitesini aradım, üstteki arama çubuğuna Ernst, Fink, Besiktas, Wolfsburg yazdım, yok, nafile, bu tarz ifadeler bulamadım. Gerçi fark ettim ki adamlar "
Beşiktaş kazandı, ama Ernst uçtu." başlığıyla Kasımpaşa maçımızı haber yapmışlar, helal olsun.
Geçelim Sport Bild'e. Mesela bu gazete de demiş ki: "
Denizli korkak, defansif bir futbol oynattı." Bu gazetenin maç haberi de
burada. İfade şu: "
Türkiye Ligi'nde 7. sırada bulunan Beşiktaş, maça aralarında Ernst ve Fink'in de bulunduğu 8 defansif oyuncu ile başladı." İki ifade arasındaki farkı değerlendirmeyi size bırakıyorum.
Neticede maruzatım şudur: Bu haberleri kim "sözde" Alman basınından toparlıyor? Bu haberlerdeki ifadeler birebir çeviri değilse - ki benim kısıtlı araştırmama göre değil, ama belki online değil basılı versiyonlarında böyle demişlerdir, bilemem - neden böyle kafadan sallanır? Ve de bu ifadeler sallamaysa, İsa Deveçeken'in aklından geçenler nedir?
Yorum sizin.

Wolfsburg maçından kısa kısa notlar düşesim var:
- Beşiktaş ilk defa biraz da olsa futbol adına bişeyler gösterdi. Özellikle ikinci yarıda güzel denemeler oldu.
- Defansta Ferrari - Sivok ikilisinin müdahaleleri oldukça umut vericiydi. Riske girmeyip topları taca atmaları bile bişeydir en azından. Zaman zaman hatalar olsa da - ki bunların müsebbibi İbrahim Kaş oldu çoğu zaman - genel olarak vasatın üstündeydi.
- Führer Fabian Ernst yine çok iyiydi. Fink çok fazla gözükmese de ceza sahası önünde topla bir kaç kez tehlikeli bir biçimde buluştu.
- Yusuf maçtan önce rahatsızlanıp kadrodan çıkarılınca hücum olanaklarımız oldukça kısıtlı kaldı. Yusuf'un topla buluşması gereken yerlerde top hep Fink'e geldi, o'nun da yapacakları bir yere kadar haliyle.
- İbrahim Üzülmez bizi herzamanki gibi yanıltmadı. 90 dakikayı olumlu hiç bir hareket yapmadan tamamladı. İstikrar abidemiz bizim...
- Nihat'ı epey güçlenmiş buldum. Bir kaç pozisyon dışında ayakta kalmaya çalıştı.
- Son sözüm ise Mustafa Denizli'ye... Sayın hocam, güzel hocam, Mustafa hocam... neden oyuncu değiştirme konusunda bu kadar korkaksın anlayamıyorum. 60. dakikadan sonra ipleri elimize alacağımız zaten belliydi, rakip 10 kişi kalmasa aklına Tabata gelmeyecekti belli ki. Kazanabileceğimiz maçta 80. dakikadan sonra 3 oyuncu değişikliği yapmak çok saçma değil mi? Adam hangi ara oyuna ısınsın da gol atsın veya attırsın...

Jokond'un son postuyla birlikte 1000 post'a ulaşmış olduk, uğurlu da geldi galiba... 3 Kasım'a kadar 1000 post daha kasmak lazım...

Stat: Vfl Wolfsburg Arena
Hakemler: Roberto Rosetti, Stefano Ayroldi, Paolo Calcagno, Antonio Damato (4. Hakem)
Vfl Wolfsburg: Benaglio, Schafer, Ricardo Costa, Josué, Dzeko, Misimovic, Hasebe (Dk. 67 Dejagah), Madlung, Riether, Grafite, Gentner
Yedekler: Lenz, Martins, Santana, Johnson, Pekarik, Dejagah, Barzagli
Teknik Direktör: Armin Veh
Beşiktaş: Rüştü, İbrahim Kaş, Fink (Dk. 87 Uğur İnceman), Sivok, Nihat, Bobo (Dk. 88 Nobre), Tello (Dk. 81 Rodrigo Tabata), Ekrem Dağ, İbrahim Üzülmez, Ferrari, Ernst
Yedekler: Hakan Arıkan, İsmail Köybaşı, Mert Nobre, Rodrigo Tabata, Serdar Özkan, Uğur İnceman, İbrahim Toraman
Teknik Direktör: Mustafa Denizli
Sarı Kart: İbrahim Üzülmez (Dk. 17)
Kırmızı Kart: Grafite (Dk. 74)
Erhan Telli, Habertürk gazetesinin spor muhabiri. Bir haber yapıyor, isimleri de açık seçik yazıyor. Telli'nin haberine göre Fatih Terim, Bursaspor kulüp başkanı İbrahim Yazıcı'ya sitemde bulunuyor. Belçika maçından sonra istifa açıklaması yapmadığını, Ermenistan maçının dünya kupasına bir veda maçı olacağını belirttiğini söylüyor. Açıklamanın hemen ertesi günü, federasyonun istifayı kabul ettiği yönündeki açıklamasına olan kızgınlığını dile getiriyor.
Olayın akabinde Fatih Terim Ermenistan maçının akabinde istifasını açıkladığı bir basın toplantısı düzenliyor. Toplantıda yer alan gazetecilerin anlattığına göre toplantının bitiminde Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı, Fatih Terim ile kısa ve özel bir sohbet gerçekleştiriyor. Toplantı çıkışında da gidip Erhan Telli'ye polislerin gözü önünde meydan dayağı atıyor:
"Bursa Atatürk Stadı´nda saat 18.00´de Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim´in basın toplantısının ardından stadı terk etmek üzere olan Erhan Telli, otele yürürken saldırıya uğradığını belirterek şunları söyledi:
``Tam taksiye binecektim ki, peşimden bir kız koşup kolumdan tuttu ve `Başkanım sizinle görüşecek bir dakika bekleyin´ dedi. Bunun üzerine Başkan İbrahim Yazıcı geldi ve bende kendisine `Merhaba sayın başkanım´ dedim. Yazıcı, `Erhan Telli senmisin?´ dedikten sonra, suratıma bir tokat attı ve daha sonra bir defa daha vurdu. Bu yaşanan olaylardan dolayı son derece üzüntülüyüm.´´
Öte yandan olayı duyan Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Mahmut Özgener, A Milli Takım´ın antrenmana gelen Telli ile bir süre görüştü. Özgener´in, Erhan Telli ile birlikte statta bulunan bir odaya giderek nelerin yaşandığı ile ilgili bilgi aldığı öğrenildi.
ERHAN TELLİ: POLİSLERİN GÖZÜ ÖNÜNDE DAYAK YEDİM
BURSASPOR Kulübü Başkanı İbrahim Yazıcı´nın, spor yazarı Erhan Telli´ye tekme-tokat giriştiği ve Yazıcı´nın korumalarının da müdahale ettiği iddia edilen darp olayının yankıları sürüyor.
Spor yazarı Erhan Telli, yaşanan olaylara polislerin de şahit olduğunu ancak hiçbirinin müdahalede bulunmadığını belirterek, ``Ne yazık ki benim dayak yediğim olaylar polislerin gözü önünde yaşandı. Onlar beni görüp bunlara müdahale etmiyorsa, ben Bursa´nın hangi Emniyet biriminden şikayetçi olacağım ki. Olayı çalıştığım gazeteye duyurdum. Bundan sonraki gelişmeler, gazetem ve genel yayın müdürümün alacağı tavır içerisinde gerçekleşecek. Ama ben ne yazık ki dayak yediğimle kalacağım´´ dedi."
Bir dönem Bursa milletvekilliği yapmış bir kulüp başkanının sokak ortasında bir muhabiri tokatlaması normal midir? Sadece yangından mal kaçıran spor bültenlerinde otuz saniyelik bir haber olarak verilmesi Türk spor basını için utancın asıl kaynağı değil de nedir? Erhan Telli'nin haberi doğrudur, yanlıştır gidip hakkını mahkeme ararsın. Basın açıklaması yaparsın, kendini savunursun. Bu olaylar artık benim midemi bulandırıyor. Süper ligde top koşturan bir spor kulübünün başkanı gidip de kimseye sokak ortasında sille tokat girişemez. Bu ülkede hukuk varsa, adalet varsa gereken yapılmalıdır. Basit hak mahrumiyeti, uyarı cezası bu işi çözmez. Her şeyde olduğu gibi bu olayda da bir milat yaşanmak zorunda. Ama biz boşuna konuşuyoruz, Türk basını bile kendi meslektaşına doğru düzgün sahip çıkmadıktan sonra ne desen boş kalıyor aslında...

Beşiktaş öyle bir takım ki Şampiyonlar Ligi'ne katıldığında Şampiyonlar Ligi'nin izlenme oranını bile ciddi oranda düşürüyor. Star TV bile bugün birbirinden çekişmeli onca maç varken yayın yapmayı tercih etmiyor. Anlamakta güçlük çekiyorum, bu kanal bu yayınları satın almadı mı? Aldıysa neden yayınlamıyor, yayınlamayacaksa neden satın almış? Maliyet hesaplarını anlarım da, neden bu Beşiktaş'ın olduğu seneye denk gelmek zorunda?
Hiç şüphesiz Galatasaray ve Fenerbahçe'nin yer almadığı bir Şampiyonlar Ligi Türk medya mensubu için, Türk halkı için çekici değil. İşte Türkiye böyle bir yer. Futbolun gerçek anlamda sevilmediği, takip edilmediği ve sadece Galatasaray - Fenerbahçe rekabetinin yaşatıldığı bir alan. Sporu Fener-Galatasaray rekabetine sıkıştırırsanız bu düzenden üretilen ülke sporcusunun da hali -en fazla- bu oluyor.
Yıllarca Galatasaray'ın almış olduğu UEFA Kupasından bahsedilmedi mi bu ülkede? Sonra o UEFA Kupası'nın finali bile canlı yayınlanmadı oysa ki.
Bu sene bir Türk takımı Şampiyonlar Ligi'ne katılıyor mu o bile sadece belli mecraları takip edenler için muğlak. Beşiktaş yarın 2009-2010 sezonunun Türk futbolu için en ciddi sınavına çıkacak; Alman şampiyonu ile Türkiye şampiyonu. Medya bu tarz fırsatları yılda 1-2 kere bulabiliyor.
Peki Beşiktaş bu alanı medyada bulabiliyor mu? Wolfsburg-Beşiktaş maçı Fenerbahçe ve Galatasaray'ın "dandik" Avrupa Ligi maçları yanında sizce de sönük kalmıyor mu?
Hadi kalsın onda da değilim, bugün ne güzel maçlar var arkadaş. Bıraktım Fener-Beşiktaş'ı, futbol severler için şunları yayınlayın arkadaş. Sonra da devlerin arenası, hayallerin gerçek olduğu bilmem ne arenası gibi abuk reklamlar yapmayın. Rapid Bükreş'inize de size de..!

Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nde hiç gruptan çıkamadı... Bu aşılması gereken çok önemli bir eşik...
Geçmişte neden beceremedi bunu Beşiktaş? Birinde kısmetsizlik ve basiretsizlik tavan yaptı, birinde ölüm grubundaydı, birinde gücü yetmedi, ötekinde deplasmanda vurdu vurdu girmedi falan... Hatırlıyorum şimdi o grupları ve o günün kadrolarını... Beşiktaş 4-6-7-6 puan alabildi o gruplarda... Bu puanların 19'unu içeride, 4'ünü dışarıda aldı...
Bütün bu grup hikayelerinde enteresan bir durum var tabii... Beşiktaş ilk üç maçından en az 3 puanla çıkmış her defasında... Önemli bir detay bu. Bugün üzerine konuşulması gereken bir şey. En kendine güvensiz kadrolarıyla, en olmadık maçlarda mutlaka bir galibiyete imza koymuş Beşiktaş... Bugünkü ümitsizliğe isyan ettiren de bu zaten... Fikstür ve kura dezavantajıyla birlikte...
Peki bugün neden bu raddede ümitsiz vaziyetteyiz? Bunun sebeplerinden birincisi ve en önemlisi takıma dair herhangi bir kurgudan bahsedemememiz... Lig başlamadan önce yapılan maçlarda takıma dair 6+1 futbolcudan emin bir vaziyetteyken bu geldiğimiz günde sadece 3 futbolcunun mutlaka oynayacağından emin durumdayız. Evet Liverpool da rotasyon yapıyor ancak yüksek zorluk seviyesindeki maçlara hangi kadroyla çıkacaklarını sokakta yürüyen çocuklar bile biliyor artık...
Porto, Lyon, Fenerbahçe serisinde gördüğümüz Ferrari - Sivok - Ernst - Fink dörtlüsü yanında öngördüğümüz Ekrem - Toraman rotasyonu ve solda İsmail tercihi bu takımın omurgası olacaktı. Uyum sıkıntıları gözlemlenmiş olsa da bu dörtlünün/beşlinin oynadığı maçların hiçbirinde Beşiktaş'ın kötü oynadığı söylenemez. O dönemdeki uyum sorununu sonradan bu problemi aşarak lig boyu en etkili oyuncularımız olan Sivok - Ferrari ikilisinin yaşadığını da hatırlatalım...
Bu takımın bugünkü durumunda hataların en büyüğü Denizli'nin ve ardından transfer konusunda sürekli spekülasyon yaratan başkanın. Şu anda takıma çok daha pozitif katkıda bulunabilecek Tabata'nın transferinin 8 Milyon Euro'ya yapılması ve bu yetenekli adamın bu baskı altında ezilmesi, Denizli'nin tatilden dönemeyen ruh hali, hazırlık maçı yapmamış takımın uyumsuzlukları, Nihat'ın, Bobo'nun, Holosko'nun, Nobre'nin üretkenlikten uzak görüntüleri Beşiktaş'ı büyük açmazlara sürükledi... Cisse'nin yerine transfer edilen fakat isminden mi, cisminden mi iyi oynadığı maçlardan sonra bile fırsat verilmeyen Fink de bugünkü duruma gelişimizde önemli bir aktör. Geçtiğimiz yıl Beşiktaş'ın iyi futbol oynadığı ve oyunu ileri yıktığı maçların Cisse - Ernst'in yıldızlaştığı maçlar olduğunu unutmamak lazım... Neticede Beşiktaş ligde zorlansa da Şampiyonlar Ligi'nde geçit vermeyecek bir takıma dönüşme sinyallerini bu maçlarda verdi. Hatta Şampiyonlar Ligi'nde buna benzer dizilişlerle iki maçta da çok az pozisyon vererek oynadı. Ancak ligin ilk 9 haftasında bir türlü işler kılınmayan bu yapı bugünden sonra da Denizli'nin orta saha oyuncusuna markaj görevi verdiği göz önüne alınırsa, rafa kalkmış görünüyor.
Neticede Beşiktaş muhtemelen 22 Ekim sabahına Şampiyonlar Ligi'nde tarihinde ilk defa ilk devreyi sıfır puanla bitirmiş olarak girecek. Maalesef bu durumda yapılan hatalar kadar tarihin en kötü fikstürünün ve dördüncü torbadan gele gele matkap gibi bir takım gelmesinin de etkisi büyük...
Olaya bir de Polyanna gözlükleriyle bakarsak, yarın çok eksikli United Moskova deplasmanından galibiyetle dönecek olursa; alacağımız bir galibiyetle grupta her şeyi baştan başlatıyoruz. En önemlisi, grupta 2. liğe yükseliyoruz, CSKA ve Wolfsburg ile aynı puana ulaşıp, bu iki takımla ligin ikinci devresini içeride oynama lüksüne kavuşuyoruz. Üç puan demek, üçüncülük hesaplarını bir süreliğine kenara kaldırmak demek, üç puan demek gruptan çıkmak adına müthiş bir şans yakalamak demek...
Beşiktaş galibiyetine bu maçta tüm bahis siteleri '1e 8 1'e 9 gibi oranlar veriyor... Bu bile işimizin ne kadar zor olduğunu anlatmakta yeterli. Öte yandan yukarıda bahsettiğimiz hatalarıyla hayal kurma hakkımızı dahi elimizden çalan Denizli bu maça iyi bir takım çıkarırsa, savunmada ilk yarıda sıkı şekilde dirençli olmamız durumunda, ligde Wolfsburg karşısında muhteşem bir futbolla kazandığı gün galibiyeti 1'e 5 veren Hamburg'un bu stadda yaptığını biz de gerçekleştirebiliriz...
Jessie maç yazısında geçen hafta savaşı kaybeden tribünün kıpırdanması vardı demiş. Öncelikle, inanamadım!
Bu haftayı geçelim, geçen hafta savaş neden-nasıl kaybedildi anlamadım. O gün 70 dakika saldırılar aralıklarla devam etti. 75. dakikada ise tüm tribün sırtını dönmüş 'demirören yeter' diye bağırıyordu. Bu mu savaş kaybetmek? O gün de kapalı kutu sırtını dönüp protestolara gaz verdi 75. dakikadan sonra. O dakikadan sonra saldırı da olmadı, resmen pes ettiler. Saldırdılar, vurdular, kırdılar, tehdit ettiler. Ama protesto bitmedi. Bu savaşı kaybetmek midir?
Savaş kazanmaktan kasıt bir kaç yaralının verilmesi, bilfiil şiddet olaylarına dahil olmak mıdır? O zaman o tribün zafer kazanmış olur muydu.. Bırakın paşa maçını, daha Denizli maçında bile istediklerini yaptıramadılar, stad son 10 dakika istifa diye inliyordu. Ortada zafer varsa, ki var, zafer aslında o maçta kazanıldı. Mesaj verildi.
Kasımpaşa maçında da olsa olsa 'savaştan çıkmanın' verdiği şaşkınlık vardır. O olayları yaşadıktan sonra insanlara tedirginlik veya yorgunluk çökmemesi mümkün değilken; yağmurlu bir günde, beşiktaşım benim, her gece efkarım gibi bestelere katılım heyecan vericiydi. İnsanlar hala o tribün ruhunun yaşaması için gayret gösterdi.
O da yetmedi yine pes etmedi, saldırı gelir mi gelmez mi demeden protestosunu yaptı.
Zafer yoksa şu mudur; çıkacak olaylara aldırmadan Hüseyin'i setinden indirmeye çalışmak? Geçen maçtan mimlediğin tipleri kafa göz dağıtmak? Topyekün lince kalkışmak? Paşa maçında saldırı olsaydı taraftar öylesine dolmuş ve neyin ne olduğunu biliyordu ki, saldırganların hiç şansı yoktu. Böyle yapsaydık zafer olur muydu o?
Tekrar tekrar söylüyorum, çünkü gururla söylüyorum; kimse elini dahi kaldırmadan en zor zamanlarda demokratik hakkından vazgeçmedi, geçen hafta da bu hafta da o tribünü kontrol altına alamayacağınızı, hangi gücü kullandığınızın çok önemi olmadığını, asla ele avuca gelmediğini cümle aleme haykırdı. Bu zafer başka zafer. Alen'in setten verdiği gaz değil bu. Cem Yakışkan yılmıyoruz çocuklar falan demedi. Alt kattakiler Mestan tribünde! Deve Erol gelmiş! falan bunlardan haberi yoktu. Tek güvencesi kendisiydi. Üst katta açılan, maça kadar haberi olmasa da pankartta yazılanlarla gururlanan taraftarın zaferine benzer bir zafer değil bu. Koca bir tribünde belki bireysel olarak, belki arkadaş grupları olarak yılmayıp protestoya gelen, kapalı kutuyu da protesto yapmaya zorlayan, sindirilemeyen kapalı ahalisinin, bizzat kazandığı zaferi bu.
'Bana zaferin resmini çizebilir misin?' Ben cumartesi günü, gönlünce protestosunu yaptıktan sonra topyekün üst kata dönüp 'BİRİCİK SEVGİLİM' diye haykıran kapalı altın yeni açık tarafında gördüm o resmi.
Onlar, yani bizden olmayanlar için savaş bitmiş midir bilmiyoruz, ama artık şunu herkes biliyor, o tribün pes etmeyecek. Ve ortada kazanılacak bir zafer varsa yine biz kazanacağız.
Balıklarla ilgili bir kaç güzel kalıp mevcut. Başlıkta gördüğünüz gibi "Balık baştan kokar" bunlardan biri. Neticede başkanı Yıldırım Demirören olan takımın oyun şablonu da milattan öncenin kokusu olmaması mümkün değil. Hep son dakika, hep alel alecele yapılmış "yama" transferler, takımı üç sene içinde her tarafı yama olan bir topluluk haline getiriyor. Mevkiinde oynayan oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar. Dün zaten o elin parmakları da kırıldı, Allah sonumuzu hayır etsin.
4-3-3 oynama ısrarınız var, rakibiniz 4-4-1-1'i tercih etmiş. Siz orta sahadaki oyuncusuna rakibinizin 2. hücum silahının bire bir markajı görevini vermişsiniz. Tutan; İbrahim Toraman ve kaçan da adını 78 dakika anımsamaya çalıştığım Andre Moritz. Sağolsun en sonunda sarı kart gördü de tabeladan kopya çektim. Düşünün savunmanızın 5. oyuncusuyla rakibin 2. hücumcusunu savunuyorsunuz. Bunun doğal karşılığı oyun hakimiyetini rakibinize vermek oluyor.
Mustafa Denizli'nin geçen seneden beri rakibin ön liberoları üzerinden kurduğu bir oyun planı var. Beklerim kanat oyuncularını kapatır, stoperlerden biri adam adama, diğeri serbest oynar, ön liberoma rakibin hücumdaki başrol oyuncusunu veririm, saçsız kral "deli dana" rolünde olur Tabata da serbest oynar mantığı bu. Temel mantığı rakip orta göbek oyuncularının hücum aksiyonlarının kısıtlı olmasını bir avantaja çevirmek. Biz geçen sene de Delgado'dan göbek oyuncusu mu olur diyorduk. Lakin rakibin "Toraman" rolündeki ön liberosu tehdit oluşturmadıktan sonra bunun cezasını görmüyorsunuz. Tam da Mustafa Denizli pragmatistliğinde bir hamle. Mustafa Denizli bu tipte bir teknik direktör olduğu için bu kariyere sahip değil mi zaten.
Neticede oyun Mustafa Denizli'nin istediği şekilde gelişti. Oyun hakimiyeti tamamen Kasımpaşa'daydı ama daha net pozisyonlara Beşiktaş girdi. Bunun yanı sıra Beşiktaş futbol takımının son dönemde yaşadığı değişimi de gözden kaçırmamak gerek. Her geçen gün geçen yılki "demode" dizilim ve oyun planlarına dönülüyor.
Ben de soruyorum;
Sezonun ilk resmi maçı olan Süper Kupa finalinde böyle bir oyun anlayışıyla mı oynuyorduk? İşte Beşiktaş'ın mağlubiyeti bu alandadır. Orada Alex'e bile ciddi bir adam markajı yapılmamışken burada Moritz'i orta saha oyuncusuyla kontrol ettirmek çoğu şeyi ortaya koyuyor zaten. Denizli kendi sevdiği "küçük hesapların adamı" modunda daha başarılı hiç kuşkusuz.
Bu Beşiktaş'ta
Noat Samisa olmak ta zor iş gerçekten. Eminim hitleri düşmüştür. Teknik-taktik vs hiç bir şeyin öneminin olmadığı bir dönem geçiriyoruz zira. Tribün protestoları, temizleme çalışmaları, sahaya arkası dönük protestolar derken Rüştü'nün yediği ama sayılmayan golü bile görememişiz. Özetlerde izlerken feleğim şaştı.
Bu arada Simplex Tablosu alttaki metinde biraz eksik yazmış. Sigara istediği doğrudur ama önce uyardım vs sigara öldürür hem zaten stadyumda sigara içmek yasak dedim dinlemedi. Bir de utanmadan çakmak istemez mi... Dedim yahu stadyuma çakmak sokuluyor mu nerede yaşıyorsun sen!
Neticede futbolun "F" si yoktu, biz de hocamıza "F" verdik.
Sanmasın ki başkan suçlu da kendisi masum. Kendisine konuşmuyorsak saygımızdandır, yoksa Beşiktaş'ın bu başkan ve bu teknik heyetle boşa zaman kaybettiği çok açık.
Neyse efendim. balık hafızası denen, bizim ülkemizde çok yaygın olan bir rahatsızlık var. Ben de diyorum ki kapalı tribün bir günde karalanmadığı gibi bir günde de aklanmaz. Gerçi bunları beklemek için ülkedeki demokrasi kültürünün ve hukuk nosyonunun yerleşmiş olması gerekiyor.
Geçen hafta adam dövenlerin bugün stadyumda bulunmamaları bir zafere işaret etmez. Olsa olsa "bu hafta gelmemişler" olur. Boğaza karşı dayak yiyenler dayak yedikleriyle kaldılar neticede. Hem böyle bir zafer olsa geçen hafta dayak yiyenler bu maça gelebilirlerdi. Öyleyse kapalı üst eski açık tarafındaki boşlukları nasıl açıklayacağız?
Dünkü tribün hali bana zaferden öte savaş kaybetmiş bir halkın ilk kıpırdanmaları gibi geldi. Ben şahsen "Gündoğdu" dahil çoğu tezahürata eşlik etmiyorum artık. Zira o "Gündoğdu" geçen hafta da söylendi. Hem de "İşte biz kötü günde hep omuz omuzayız" derken atılan dayaklar eşliğindeydi...
Maçtan önce Jessie ve Yuki the Zorba ile Elma’da yaptığımız ilk geyik “ee abi sopaya hazır mıyız?” dı. Şakayla karışık hiçbirimiz ne olacağından emin değildik. Ben maça, tribünde olası bir protesto tezahüratına hemen katılmak üzere gidecektim. Ama Forza’da yayınlanan “Takıma Dönüyoruz” başlıklı yazı, pek çok kişi gibi benimde kafamda soru işaretleri oluşturmuştu. Kapalı üstten protesto tezahüratı gelecek miydi, başka bir bölümden tezahürat başlarsa katılım olacak mıydı, katılanlara müdehale eden olacak mıydı, ve en önemlisi, ve beni en çok düşündüreni, Denizli maçındaki it kopuğun haricinde protesto tezahüratlarına set tarafından bir müdehale yapılacak mıydı? Bu soruların aklımıza düşürülmüş olması bile başlıbaşına bir rezaletken, maça kadar geçen sürede bunca yıldır değer verdiğim bu tribün için üzüntü ve endişe duyuyordum. Bazı şeylerin sonuna gelmiş olabilirdik, buna şahitlik yapmak üzere İnönü’ye gidiyorduk.
Dolmabahçe’nin o güzelim ağaçlı yolundan stada doğru yürürken Şairler Parkından aşağıya bir grup iniyordu. Arkamızdan şöyle bir ses yükseldi “Beşiktaş bizimdir, bizim kalacak”.
Maç öncesinde ve başlama düdüğünden itibaren kapalı tribün herhangi bir protesto tezahüratı yapmamıştı. 5 dakika sonra Yuki the Zorba “gidişat belli oldu” dedi. Takıma dönmek dedikleri böyle demek ki diyerek moralim bozuk sahaya bakmaya başladım. Kazansak ne, kazanmasak ne. Kendi takımının seyircisini adam tutup dövdüren bir grup insan orada otururken kimin içine ne nasıl siniyordu? Herkesin birbirine sorduğu ama cevabını alamadığı sorular vardı. Hiç bilmeyenler dahi 10 gündür abiler, set, karagümrük, rant, hey gidi eski tribün olacaktı konularında tartışıp duruyorlardı. Maçın 8.dakikası gelmişti. Nihat topla buluşup nihayet golünü atıyordu. Gole sevinmiştik elbette ama daha fazla sevineceğimizi birkaç saniye içinde farkettik.
Kapalı tribünün neredeyse bütününden “Yeter Yıldırım Demirören” tezahüratları yükseliyordu.
Yalan yok, maçın başından beri bozuk olan asabım yüzünden hiçbir tezahüraya katıl(a)mayan ben, bir anda ellerim havada bağırmaya başladım. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. Hemen telaşla tribüne baktım, saldırı arbede var mı diye, o da yoktu. Kapalı kutu ve kapalının yeni açık tarafı herkese mesajı veriyordu. Protesto tezahüratlarını kısa, öz ve net bir biçimde ilgililere duyurup takımı desteklemeye geri dönüyorlardı. Jessie’den bir sigara yaktım, keyfim yerine gelmişti.
Bu maçın tribün için ne kadar önemli olduğunu farkedememiş olanlar olabilir. Söylemeliyim ki, pek çok insan için, bir efsanenin sonu gelmiş olabilirdi. Bu maçta kapalı tribün ara sıra tartışılagelen “çarşı” hegemonyasının, “onların dediğini yapmak zorunda değiliz”in bir anlamda cevabı oldu. Çıkıp Alen’in Ayhan’ın takıma dönüyoruz beyanındaki tarzını sorgulamayacağım. Onlar kendilerine göre doğru olanı yapmışlardır, kapalı tribünde kendine göre doğrusunu yapmıştır. Forza açıklamasının maç gününe kadar ortalığı (yönetim açısından) yatıştıracak bir politika olup olmadığını bilemiyorum. Eğer öyleyse müthiş politik bir hamle (ters köşe) olmuş diyebilirim. Ancak kapalı tribün bu maçta yaptığı “temizlesene temizlesene yaptıklarını temizlesene” ve “adam tutsana adam tutsana kavga etmeye adam tutsana” tezahüratlarıyla, Denizli maçında olanlara sebebiyet verenlerin utanma duyguları varsa yüzlerini kızartmıştır.
Beşiktaş kapalısı, köklerinin ne kadar sağlam olduğunu herkesten önce bizlere bir kez daha bu maçla göstermiştir. Ve bu tribün, kendi yöneticileri tarafından kendilerine Denizli maçında yaşatılanları sonsuza kadar lanetle anacak ve asla unutmayacaktır. Ve Şairler Parkından aşağıya doğru inen bir grup, ilelebet “Beşiktaş bizimdir, bizim kalacak” diye bağıracaktır.
Sezon başından bu yana en istikrarlı, en başarılı, en beğendiğiniz, en , en , en … 3 oyuncu sayın deseler Ernst, Sivok, Ferrari ezici bir üstünlükle başı çekerdi; haftaya bu 3’lüden mahrum kalacak olmamız tesadüf mü, şansızlık mı yoksa hakem oyunu mu tartışılır (şahsi fikrim, Ernst’in ilk sarısı haklı ve makul bir itiraz; Ferrari’nin kırmızısı da hatalıydı) ama bu kartların Sami Yen ve Kadıköy’de ev sahibi takım aleyhine bu kadar kararlı şekilde çıkarılmayacağını da bir kenara not edelim.
Takımda bu denli sivrilen oyuncuların yokluğu her ne kadar dezavantaj teşkil etse de, şampiyonluk inancım, oyuncuların golden sonra verdiği birlik-beraberlik mesajı, iyi kullanılması halinde bol alternatifli bir kadroya sahip olduğumuz gerçeği ve bir haftalığına da olsa herkesin kendi mevkisinde oynayacak olması ‘’bunun da üstesinden geliriz’’ dedirtiyor.
Toraman, aylar sonra 11’de başlaması ve maç kondisyonuna ulaşamamasına rağmen ‘’oynayabildiği 3 bölgeden’’ en verimsiz olduğu ve mevcut koşullar altında ‘’en fazla zorlanması beklenen’’ mevki olan ön liberoda tercih edilmeyecek.
İbrahim Kaş, geldiği günden bu yana bir kez bile tercih edilmediği stoperde görev alarak geride bıraktığımız haftalara oranla daha pozitif ve yararlı bir performans sergileyip ‘’bu transfere ne gerek vardı’’ eleştirilerini rafa kaldıracak.
‘’Cisse’nin boşluğunu doldurabildik mi ?’’ tartışmalarının sürdüğü ve orta sahamızın 5 saniyede geçildiği bir ortamda yerine gelen Fink haftalar sonra hatırlanacak. Şayet Almanya'da Ernst-Fink ile başlarsak, hafta sonuna Çarşamba-Cumartesi temposundan etkilenmemiş Ekrem-Uğur orta sahası ile daha diri çıkma şansımız da alternatifler arasında yer alacak.
Kim bilir belki de Ernst’in yokluğuna rağmen Uğur yine klubenin değişilmezi olacak ve Fink – Ekrem orta sahası ile haftalardır yolunu gözlediğimiz Rıdvan sağ bekte şans bulacak. Orta sahanın tüm yükünü sırtlayan ve rotasyondan etkilenmeyen Ernst, Wolfsburg deplasmanı sonrası zorunluluktan da olsa dinlenme şansı bulacak. 30 yaşında adam ve bu yüksek maç temposu, el insaf!
Öyle ya da böyle tüm olumsuzluklara rağmen, taşların (daha düşük performans getirme ihtimaline rağmen) yerli yerine oturması (ki bana göre herkesin gerçek mevkisinde oynayacak olması, ne oynadığı belirsiz takımın 2 Ernst ile oynamasından bile önemli) ve rakiplerimizden en az birinin puan kaybedecek olmasının sağlayacağı ekstra motivasyon, hele bir de Almanya’dan puanla dönülmesi halinde …. Hoyda bre ..
İmza: Pollyanna

Stat: BJK İnönü
Hakemler: Hüseyin Göçek, Bahattin Duran, Cemal Bingül, Mete Kalkavan (4.)
Beşiktaş: Rüştü Reçber, Ekrem Dağ, İsmail Köybaşı, Sivok, Ferrari, İbrahim Toraman, Fabian Ernst, Nihat Kahveci (Dk.80 İbrahim Üzülmez), Tabata (DK.62 Uğur İnceman), Yusuf Şimşek (Dk.62 Serdar Özkan), Bobo.
Yedekler: Hakan Arıkan, İbrahim Kaş, İbrahim Üzülmez, Fink, Uğur İnceman, Nobre, Serdar Özkan
Teknik Direktör: Mustafa Denizli
Kasımpaşa: Tolga, Özgür, Barış, Merthan, Sancak, Yasir (Dk.43 Yekta), Emre Toraman, Keller, Murat Erdoğan (Dk. Murat Akın), Azer (Dk. 69 Cenk İşler), Moritz.
Yedekler: Fırat, Murat, Ergün, Tunca, Yekta, Martin, Cenk
Teknik Direktör: Yılmaz Vural
Goller: Nihat Kahveci (Dk.8), Bobo (Dk.38)
Moritz (Dk.89 Kasımpaşa)
Sarı Kartlar: Nihat Kahveci (Dk.61), İbrahim Toraman (Dk.71), Sivok (Dk.75)
Moritz (Dk.74), Barış (Dk.84), Özgür (Dk.90+5)Kasımpaşa
Kırmızı Kartlar: Fabian Ernst (Dk.60, Dk.83 çift sarı karttan), Ferrari (Dk.87)
SALON: Ayhan Şahenk Spor Salonu
HAKEMLER: Erşan Kartal, Ozan Çakar, Semih Vural
DARÜŞŞAFAKA COOPER TİRES (68): Melih Mahmutoğlu 4, Mesut Kadir Çıpa (1 ribaund), Bora Hun Paçun (3 ribaund), Stefan Jackson 23 (2 ribaund, 1 asist), Hakan Demirel 11 (2 ribaund, 2 asist), Connor Granvill (3 ribaund), Polat Kaya 11 (6 ribaund), Jermareo Birsute Dorsey 19 (13 ribaund), Can Özcan (1 ribaund, 1 asist)
BEŞİKTAŞ COLA TURKA (77): Muratcan Güler 10 (4 ribaund, 3 asist), Brad Newley 7 (6 ribaund, 2 asist), Arın Soğancıoğlu (1 ribaund), Haluk Yıldırım 8 (6 ribaund, 4 asist), Lonny Baxter 14 (4 ribaund), Adem Ören 5 (1 asist), Mire Chatman 9 (9 ribaund, 7 asist), Cevher Özer 13 (6 ribaund, 1 asist), Kevin Fletcher 7 (1 ribaund, 1 asist), Kerem Özkan 4 (2 ribaund)
1.PERİYOT:21-23
2.PERİYOT:19-15
3.PERİYOT:12-23
4.PERİYOT:16-1
Türk sporunu yönetenlerin yönetim becerilerini ibretle izlemekteyiz;
Basketbol maçımızın başlangıç saati 17.00, futbol maçının başlangıç saati 20.00
Basketbol maçının ortalama 2 saat süreceğini düşünelim. 19'da çıkıyorsunuz Maslak'tan. O saatte nasıl gidersiniz İnönü'ye? 1 saatte gidebilir misiniz? Bu riski almaya değer mi? Değmez diyen birileri olacaksa, kaçırdınız taraftarınızı. Beşiktaş'ta dostlarımızla sohbet edelim, oradan yavaş yavaş stada geçeriz diyenler çoğunlukta olacak ise, taça çıktı sizin Mire Chatman, Engin Atsür transferleriniz.
Basketbolseverimizin arabası var diyelim, 1 saatte stadyumda olabilecek. Bu adam 17'de spor salonuna girdi, koştura koştura İnönü'nün yolunu tuttu ve 22'de İnönü'den çıktı. Ne zaman bir çay içecek, ne zaman yemek yiyecek? Yiyemeyecek hiç şüphesiz. "Psikopat" gibi maçtan maça akacak. Aksın tabii, psikopat rolü biçilmiş ya kendisine ne olacak.
Ondan sonra da o adamdan stadyumda "insan" gibi olması bekleyeceksiniz. Bu mümkün mü Allah aşkına? Siz sporsevere insan gibi davranmadınız ki o kendi insanlığının farkına varsın.
Hemen hatırlatayım, basketbol maçının televizyon yayını zaten yok.
Ben de soruyorum öyleyse;
Neden 17?
Cumartesi işten çıkanlar gelsin diye mi? Mantıksız.
Neden 15 değil mesela?
Darüşşafaka mı Beşiktaş taraftarının maça iştirak etmemesi için 17'de direten taraf? Hani taraftar olmayınca profesyonel sporun da bir anlamı yoktu?
Bu federasyon ayağı...
...
Beşiktaş kulübü maç saatinin düzeltilmesiyle ilgili bir girişimde bulundu mu?
Bulunduysa neden reddedildi?
Reddedildiyse Beşiktaş kulübü tarafından neden ortaya konmadı?
...
Sonra da basketbola taraftar ilgi göstermiyor, taraftarımızın desteğiyle şöyle böyle başarılar kazanabilirdik derler.
Önce organizasyonu doğru yapacaksınız, ondan sonra taraftarın katılımını bekleyeceksiniz.
Önce insanlara insanca muamele yapacaksınız, sonra insanlıktan çıkmışları suçlayacaksınız.
Siz önce İnönü stadyumundaki tuvaletleri insanca kullanılır hale getireceksiniz ki o insanlar dolup taşıp sporun da içine etmesinler!