Açık konuşalım. Hafta ortasına kadar birçok Beşiktaşlı, bu maça bir derbi ilgisi ile bakmıyordu. Yönetim tepkisi, hocaya karşı oluşan güvensiz hava, takımın yarısından çoğuna karşı oluşan negatif enerji bu ilgisizliğin temelini oluşturuyordu. Ne olduysa Kazım kardeşimizin, yeni gavur icadı twitter üzerinden sallamasıyla oldu. Mal bulmuş mağribi gibi anlı şanlı medyamız da bu hadiseyi haber yapınca bir anda taraftarıyla, futbolcusuyla Beşiktaş şahlandı. Bu akşam oynanan maç bir hırs birikimine dönüştü.
Ama elbette olay hırslanmakla bitmiyor. O hırsı doğru bileşenlerle buluşturmak lazım. Bu akşam Beşiktaş'ın bu bileşenleri de çoğu zaman iyi kullandığını gördük. Zira Daum'un iflah olmaz deplasman fobisi rakibin kontrollü bir oyunla sahaya çıkacağının sinyallerini veriyordu. Oyunu orta alana sıkıştıran, açık alan bırakmayan bir Fenerbahçe karşısında tam saha baskı kurmayı amaçlayan Beşiktaş'ı görünce o istediği kontrollü oyunu sadece 30 dakika sürdürebildi.
Zira haftalardır aynı tabloyu görüyoruz, Fenerbahçe birey performansı üzerinden oyun kuran bir takım. Sahne ışıkları da sezon başından beri Alex'i ışıl ışıl parlatıyordu. Michael Fink bugün o ışıkları kökünden kapattı. İlk yarının son dakikası haricinde de rakibine nefes aldırmadı. İşte o andan itibaren Fenerbahçe'nin bütün dengesi bozulmuş oldu. Savunmadan çıkan bütün toplar Alex kapalı olunca adresini şaşırdı, pas hataları ortaya çıktı. İleriye Alex olmadan taşınan bütün toplar da Ernst ve Fink duvarına çarptı. İlk yarıda ortaya konan bu kaliteli ve kontrollü oyunun en büyük eksiği ilerideki futbolcuların sezon başından beri aşina olduğumuz iletişimsizliğiydi. Serdar Özkan kendisine tanınan krediyi bir kez daha kötüye kullandı.
İkinci yarıda ise Emre ve Dos Santos'un aynı anda oyundan düşmesi ve Serdar'ın yerine Tello'nun girmesiyle ileri uçtaki problemler de azalmış oldu. Dakikalar geçtikçe Beşiktaş'ın baskısı artarken Fenerbahçe de ortanın ortasında dengeyi kaybettiği için oyun disiplininden uzaklaşmaya başladı. Denizli ikinci golcüyü oyuna sokar mı tereddütü yaşandığı dakikalarda -ki soksaydı oyunda Fenerbahçe tekrar dengeyi yakalayabilirdi- Fink denen adam, harikulade ötesi bir golle geceyi cümbüşe çevirdi.
İkinci gol tam bir komedi. Rakibinin topla buluşunca 180 derece dönmesine izin veren Fenerbahçe savunması gidişatı izleyen kaleciyle birleşince Beşiktaş tribünleri alışık olmadığı bir şekilde daha oynanacak bir yarım saat varken rahat bir nefes aldı. Uğur İnceman geceyi üçlerken tribünlerden Yıldırım Demirören istifa sesleriy yükselmeye başladı. Kazım'ın gördüğü kırmızı kart ise, şımarık bir çocuğun hak ettiğini almasıydı.
Beşiktaş'ın üçüncü golü ofsayttı. İlk yarıda İbrahim Üzülmez'in Gökhan'a yaptığı hareket penaltıydı. Fırat Aydınus'un saçları uzamış, hiç yakışmamış.


Yazık ya çocuğa, üzüldüm ben...

Ota boka her şeye İbrahim Üzülmez geyiği yapanlar şöyle alalım sizi...
Stat: BJK İnönü Stadı
Hakemler: Fırat Aydınus, Bülent Gökçü, Bahattin Duran, Aytekin Durmaz (4. Hakem)
Beşiktaş: Rüştü, İbrahim Üzülmez, Sivok, Ferrari, İbrahim Toraman, Ekrem Dağ, Ernst, Fink, Yusuf (Dk. 68 Uğur İnceman), Serdar Özkan (Dk. 46 Tello), Bobo (Dk. 78 Nobre)
Yedekler: Korcan Çelikay, Tabata, Uğur İnceman, Nihat, Nobre, Tello, Batuhan Karadeniz
Teknik Direktör: Mustafa Denizli
Fenerbahçe: Volkan, Roberto Carlos, Lugano, Önder Turacı, Gökhan Gönül, Dos Santos (Dk. 74 Özer Hurmacı), Emre, Cristian Baroni, Mehmet Topuz (Dk. 67 Semih Şentürk), Alex, Kazım
Yedekler: Volkan Babacan, Vederson, Özer Hurmacı, Deniz Barış, Semih Şentürk, Selçuk Şahin, Bekir İrtegün
Teknik Direktör: Cristoph Daum
Goller: Fink (Dk. 55), Bobo (Dk. 58), Uğur İnceman (Dk. 83)
Sarı Kartlar: Lugano (Dk. 39), Ferrari (Dk. 45), Emre (Dk. 53)
Kırmızı Kart: Colin Kazım (Dk. 75)
Saat 19.22. Oynatmaya az kaldı...
İnönü Stadyumu deplasman tribününden nasıl görünür hiç düşündünüz mü?
Mesela Kadıköy'den bakan için Beşiktaş nasıl bir yerdir?
Ekşi Beşiktaş'ta biraz da Beşiktaş'ın oralardan nasıl gözüktüğünün cevabını arıyoruz. Bundan böyle -elimizden geldiğince- oynadığımız rakiplerin taraftarlarının gözünden Beşiktaşımızın nasıl gözüktüğü, nasıl algılandığını okumaya ve paylaşmaya çalışacağız.
Bu yazı dizisinin ilk vuruşları http://futpolitik.wordpress.com ve http://pikniktedomivole.blogspot.com/ bloglarından tanıdığımız Rüştü Kürşat Günaydın'a ait.
Kendisine teşekkürlerimizi iletiyoruz.

İnönü Stadyumu’nu sadece Beşiktaş’la, Beşiktaşlılar’la eşleştirmeyen neslin son temsilcilerindenim. Üstelilk, “yarı yarıyalı eski güzel günleri” canlı yaşamayan, kapalının ortası çatışmalarında olmayan biri olarak... İnönü benim için, 15 sene öncesinde Türkiye’de futbola az çok bulaşan her insan için olduğu gibi bir takımın evi olmasının ötesinde anlamlar taşıyor. Türk futbol tarihinin en müstesna, en özel mekânlarından biri. Şimdi stadyumu yıkıp yeniden yapmayı konuşuyorsunuz ve benim aklım bunu almıyor.
Şu topraklar üzerinde oynanan oyunda, rakibinin düştüğü kötü durum çoğunlukla, “Beter olsun” dedirtir, onun acısı zevk verir. Hani bugünlerde moda olan Almancasıyla “Schadenfreude”… Ama bazen vicdan sızlatır, can sıkar. Tuttuğun takım değil de tutkunu olduğun spor adına hissedersin acıyı. Garip bir ikilem. Bu ikisi arasındaki çizgiyi çoğu zaman tutturamamışımdır. Ama çocukluğumun, gençliğimin en sıkıcı, en can yakan anılarında başrol oynayan Fenerbahçe’nin kötü bir taklidine dönüşen bir camia ve bunun başarıya giden yol sanılması. Yazık be!
Oysa Saraçoğlu’nda maç izlemeye alıştıktan sonra İnönü’nün o kadim havası farklı gelir. Girişi, taş duvarları, çıkışı, belki de sadece deplasman taraftarı için olan tıklım tıkışlığı, demir parmaklıkları, kale arkalarındaki curcuna, kaos farklı bir hava solutur. Tribünler de emaneti ehline verildiğini göstermiştir kaç sefer. İnönü’nün her bir santimetrekaresine sinen hatıralar tribünlerle yaşardı. Dedim ya bir garip yolda artık Beşiktaş. Geçmişe dair övünülen ne varsa artık mazide kalmış, vazgeçilmiş veya zaten yokmuş izlenimi veriyor. Tribünleri, duruşu, gençleri, altyapısı, havası… Kağıttan kaplan mıymış hepsi? Kendi yolunu çizmişken ne diye başkasının düştüğü ağaca tırmanırsın?
İnönü’ye çok gittim. Beşiktaş’ı desteklemek için bile gittim. (Avrupa Kupası maçları için yanlış anlaşılmasın) Başka yer yokmuş gibi orada düzenlenen şovlar için de o tribünde oldum. Beleştepe’den de seyrettim, ayaklarımı sallandırarak gök kafes inşaatının bilmem kaçıncı katından da... Aklımda kalansa bir İnönü deplasmanı. Hani şu Beşiktaş-Fenerbahçe maçlarının hakemi Fırat Aydınus’un maçın sonucuna etki edecek bir hata yapmadığı, Emre Aşık’ın Nobre ile ramazan ramazan akraba olduğu, Carew’le Mustafa Doğan’ın golünden sonra Van Hooijdonk’un attığı penaltıyla bize umut verdiği maç. (Hala aklım almaz o kadar sene gol attı atsın diye beklediğim Mustafa Doğan’ın Beşiktaş’taki ilk Fener maçında bize nasıl gol attığını. Nispet mi yapıyorsun be adam?)
O maçta, bir kez daha hissetmiştim “oh çekme” ve” üzülme” ikilemini. Kapalı’da polisle taraftar birbirine girince mutlu olan çoğunluğun aksine üniformalıları protesto eden tribüncülerle beraberdim ne de olsa. Saatlerdir küfür ettikleri, ellerine ne geçerse fırlattıkları ve misliyle karşılık altıkları insanlara yapılan polis müdahalesine sinirlenen birkaç eski kafalı... Copun acısını bilenlerin tribünde renk farkı olmuyor...
Kazım bugün
"yes my people.. its a bit of a miserable day in istanbul but the count down starts till we smash 8jk!! hahahaha!!" demiş. Desin?
Hep Atatürk yüzünden bunlar. Her sporcuda "zevi. çevik ve ahlaklı" olmak önkoşulunu arıyoruz. Bırakın yahu!
Futbolcular mevkiisinin gereği gibi davranır, yok futbolcular örnek olur, futbolcu dediğin maça traşını olup lacileri çekip çıkar falan... Hikaye bunlar. Futbolcu dediğin böyle beyanatlarda bulunur, sonra biri ona cevap verir, bunlara da gülünüp geçilir. Özellikle dİngiliz [Fotomaç'ı anıyoruz] futbolcuların kültürü falan budur zaten.
Kazım'ın yaptığı dandik bir espri, Milliyet Gazetesi okuyucu yorumu tadında bir saçmalıktır sadece. Kazım'a yakışıp yakışmaması gibi bir durum söz konusu değildir, ve hatta Kazım'a yakışan da budur. "Eh salak" deyip geçiniz gidiniz.
Hem belki maç sonunda kendisine Todor Veselinovic hocayı hatırlatmak nasip olur, belli olmaz bu işler...
İlkokuldaki ilk 2 senem, Beşiktaşım'dan nemalandığım ve menfaat sağladığım yegane dönem olarak zihnimdedir. Küçüktüm, kafam az çalışıyor; derslerde aldığım "yıldızlı" beşleri, Beşiktaşım'la harman edip sonsuz bir popülerite kazanıyordum. MAF veya Kolej Takımı dönemi dediğimiz olmasına karşın, babaerkil ailelerin çocukları olarak bütün çocuklar babalarının renkli takımlarını tutuyorlardı. Çok memnundum, ancak memnuniyetim Beşiktaşım'ı paylaşamamdan ötürü değil, Beşiktaş'ın sağladığı popüleriteyi tek başına taşımak istememden kaynaklanıyordu; küçüktüm, kafam az çalışıyordu.
5 yaşımda başladım yürümeye... Bu topraklara gelen tek gerçek "Sir" Gordon Milne ülkesine, Ali Kayseri'ye, Metin Van'a, Feyyaz inanılır gibi değil ama Fener'e gidiyordu. Oktay, Ertuğrul, Sergen sevgisi gidenleri unutturmuyordu ama kalbimi büyütüyordu, Beşiktaş'ı bireylerine üstüne kat ve kat koyarak daha çok sevmeyi öğretiyordu. Beşiktaş güzelken, ben hakeza daha da güzel oluyordum. Nitekim, Beşiktaş'ın zirveye pençe attığı 94-95 sezonu şöbiyet tadında geçiyor, istediğim tüm hedeflere-şampiyonluk dahil- ulaşıyordum. Rıza kupayı kaldırırken, ben ilk kez bir şampiyonluğu tadına vara vara yaşıyordum.
Ortaokul-lise hayatım olması gerekenin hep daha altında geçti. Derslerdeki "Metin-Ali-Feyyaz" dönemim bitiyordu artık, son 3 haftaya kadar şampiyonluk yarışını zoraki kovalayan Beşiktaş gibi, hep mansiyon ödülleriyle yetiniyordum. Bir darbe de Sergen'den geliyordu bu sırada, bir gece yarısı TV'de sarı-siyah formayla görüyor; kendimi odama kapatıyordum. Amcam yanıma geliyor, "Sergen'in kafası iyiymiş, şimdi çıktı vazgeçtim dedi" yalanını katıksız yutuyordum. Belki de hayatta en çok "keşke gerçek olsaydı" dediğim yalan... Birileri gidiyor, yerlerine hep daha kötüleri geliyordu ne yazık ki. Siyah beyaz yürüyordum, ama taraftar demenin ne olduğunu bilmeden... Allen Road'da Shorunmu'nun güleç yüzü 6 gole karşın gülümseye devam ederken, Pascal'ın ırkçı bir dangalağa attığı yumruk oluyordu bana bu kez mansiyon...
ÖSS'den sonra yaptığım tercihler %100 İstanbul'dan oluşuyordu. Doğrudur, bir kızı seviyordum ve onun buraya geleceğini biliyordum, onunla aynı şehirde olmayı çok istiyor ve onu neredeyse Beşiktaş'ı sevdiğim kadar seviyordum ama; İstanbul benim için sadece Beşiktaş demekti. Siyah beyaz yürürken birçok kez kaldığım gibi bu kez koca şehirde tek başımaydım Kuştepe'deki kaydımdan sonra, bir şekilde 30M'yi buldum ve semte indim. Sonrasında da galonlarca çay içeceğim "çınaraltı"nda içtiğim birkaç bardak çay sonrasında, daha önce hiç görmediğim mabedimin yerini sordum ve tarife uygun olarak yürümeye başladım. 2 yanı ağaçlar ve yüksek duvarlarla örülü o yolda büyük bir keyifle yürüdüm. Yürürken; ailemi, Bafra'yı, sevdiğim kızı ve dostlarımı, ama en çok Beşiktaşım'ı düşündüm. O gün oynanacak Antep maçı için ben ve arkadaşlarım için 3 bilet aldım. Maç saati geldiğinde, mabede ilk adımları atıp çim kokusunu buram buram içime çektim, sevdiğimi kişileştirdiğim adamlar beyaz formalarıyla sahaya çıktıklarında gerçekleşti büyük vuslat...
Siyah beyaz yürüyedururken, güzel bir adamın güzel şarkısı çıkmaz oldu kulağımdan. Kulağımda kulaklık, kendime itiraf etmesem de klip çeker tadında yürüdüm Sinanpaşa'dan mabede... Yaşadığım kayıpları ve kazançların muhasebesini ettim her adımda, çıkan farkı kafamdaki hesapla karşılaştırdım, her defasında mutabık kaldım hayalimdeki hayatla. Ya hayallerim pek yüksek değildi ya da yaşadığım hayatın kalitesi fazlaca yüksekti... Birçok hüsranı barındıran 25 yıl geride kalmışken, kalitenin çok da yüksek olmadığını farkettim. 25 yıl bana bir dolu anı, bir anlık kırgınlığın dahi yaşanmadı güzel bir aile, ama ille siyahı bol bir siyah beyaz aşk getirmişti.
Sevdiğim kızlara da sanki bir ritüelmişçesine yürüttüm o yolu ve ritüeli her defasında Dolmabahçe'de çay içme bahanesiyle tamamladım. Sırtımı verdim mabede ve ondan aldım gücümü, cesaretimi, nasıl da salt sevdiğimi anlattım her defasında... Sırtımda mabet varken, hiçbir kez zor olmadı seni seviyorum demek, zaten mabedin yanında yalan konuşacak değildim ya... "Ben de" diye cevap verenlere inandım hemen, onlar da yalan konuşamazlardı güya saftirik mantığımda. Ama o mabet, sadece bizim için mabetti, onlara yalan serbestti... Ve onlar dediklerimin hepsi gittiler birkaç ay içinde, ben tek kaldım, tek de olsam, yine yürüdüm, siyah beyaz yürüdüm...
Evet, bir itirafım var: Ben Beşiktaşlı oldum, Beşiktaşlı doğmadım. Evet, aklınıza hemen ne geldi biliyorum. Benim de o geliyor, zaten o sebeptendir ki, malum tezahüratı duyunca gözlerimden yaşlar süzülüyor, boğazımda bir yumru. Kendime yabancılaşıyorum. Sessizce ağlıyorum, ne gemiler kalkıyor içimden bilmezsiniz...
Stop! Çıka çıka bu kadar romantizm çıktı. Sevmem öyle aşırı dramatizasyonları. Zaten Feridun Düzağaç'ı da kızdırmışız, bugün bize çatmış
Radikal'deki köşesinde dediklerimizi yanlış anlayıp. Feridun Abi, biz sana Meriç Tunca ol demedik ki? O baştaki tezahüratın anımsatabileceği birkaç adam varsa bu alemde, onlardan biri de Meriç Tunca'dır zaten. Mesela geçenlerde çıkıp "Başarılı Türklerin hepsi Fenerbahçelidir. Bu bir gerçektir" demiş. Plato'nun idealar dünyasını herkes beyninden anlamak zorunda değil tabii. İzan melekesi yitimi var son zamanlarda...
Konumuza geri dönelim. Benim annemler 5 kardeş. Dolayısıyla 5 adet de bacanak var. Nasıl denk getirdiler bilmiyorum, ama kardeşlerin hepsi Beşiktaşlı olmakla birlikte, ilk 4 bacanak da Fenerbahçeli. Sonuncusu Galatasaraylı, lakin hikayemizin geçtiği dönemde o daha aile resmine dahil değildi, onu sallamıyoruz o yüzden. Tabii bu sefer çocukların hangi takımı tutacağı da bir sorun oluyor. Biraz mübalağa etmek gerekirse; rekabet had safhada.
Ben önce Fenerbahçe'yi seçmişim. Keza Oğuz'un 5 numaralı çubuklu forması, çoraplar vs. gelince Fenerbahçeli oluyorsun, normal. Bir de annelerin takım tutması ne kadar da olsa lafta, esas beyler aktif olarak çalışıyor. Ama tabii bu Fenerbahçelilik hali çok da kati değil. Futbol izlemeden futbol takımı mı tutulur? Çocuk olarak verilen çikolataya koşuyoruz işte, kimi yerde Fenerli, kimi yerde Beşiktaşlı. Afyonkarahisarspor'u bile tutarsın o karaktersizlikte, hiç fark etmez.
Neyse, bilinç düzeyini kazanmak ve olayları hatırlamak için gerekli 4 yaş eşiğini aştığım zamanlar 1989 yılının Kasım ayına tekabül etmekte. O zamana kadar olanları hatırlamıyorum tabii, ama babamın anlattığı kadarıyla: "Ulan Fenerliydin ne güzel eşşoğlueşşek, o kadar forma aldık sana, gittin ananın takımına."
İlk defa bir maç izleyeceğim tarih 6 Ocak 1990. Maçı bilinçli olarak izlemiyorum ama. Halamlar üstte, biz altta oturuyoruz, ben bir şekilde halamlardayım (annemler başka bir yerde olsa gerek), halamın çocuğu da Beşiktaşlı, televizyon açık o yüzden. Ben maçı çok da iyi hatırlamıyorum, maçın ne kadarını büyük bir ilgiyle izledim onu da bilmiyorum, goller nasıl oldu falan bilmem. Tek hatırladığım sahne maç biter bitmez oturma odasından kalkıp mutfağa koşuşum ve "Beşiktaş 5-1 yendi Feney'i" deyişim halama. Öyle ya da böyle ilk izlediğim maç, ve alınan tarihi bir skor. İşte o dakikada geçiş dönemi bitti, ve ben Beşiktaşlı oldum. Benimle birlikte o gün en az birkaç yüz çocuk Beşiktaşlı olmuştur herhalde.
Bugün yaş 24. Tam değil aslında, Pazar günü olacak. 20 yıl olmuş. Ulan diyorum, bir yaş günü hediyesi, belki. Beklediğim benim birkaç yüz çocuğun Beşiktaşlı olması değil. Cumartesi gecesi içerken zıvanadan çıkıp "Nasıl da koyduk lan hohohoho!" demem yanımdaki Fenerli arkadaşa.
Kazanın Cumartesi, söz en çok ben bağıracağım "Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur" diye...
Yok canım, hep biz mi şikayet edeceğiz? Bu sefer şikayeti Milliyet Gazetesi etmiş. Ferrari ile ilgili
bir haber var. Ama haberi yazan arkadaş öyle bir ağlamaklı yazmış, öyle bir hüzünlenmiş ki; okudukça güldüm, güldükçe okudum... Kim yahu sizin spor müdürünüz? Noktasına virgülüne dokunmuyorum arkadaş, buyurun siz de okuyun:
"Beşiktaş'ın İtalyan futbolcusu Flornsa'nın yerel radyosu Radio Blu'ya konuk olup, bizim canımızı sıkacak sözler söyledi. "Türk futbolu İtalyan futbolundan bir adım aşağıda" dedi.
Sonra da Beşiktaş'a para için geldiğini söyledi. Sezon başında Fiorentina'nın da kendisini istediğini ama İtalyanlar'ın parasının kendisine yetmediğini söyledi."
Haberi yazan muhabirin resmi yanda.

Yahu bu metnin tonu bildiğin şu bak:
"Ali teneffüste bana gelip aptal dedi. Sonra senin baban da aptal dedi. Bir de elimdeki çikolatayı aldı. Sonra seni öğretmene söylüycem benim kitabımı yırttın dedi".
Tey Allaam. Yarattın takip et yahu.
Roy Keane ile başlayıp Stephen Ireland'a varan sempatim var İrlanda'ya... Bu gece adamların elinden Dünya Kupası vizesi çekildi ve alındı... Harika oynadılar, ya da şöyle diyelim Stade de France'da ne kadar oynanacaksa o kadar oynadılar... Golü atana kadar "ben golümü yazacağım" diye bağıra bağıra Fransız kalesini ablukaya aldılar, sonrasında şahane savunma yaptılar. Fransızlar futboldan vazgeçince hücumcular sırayla kendini yere atarak ucuz penaltılar kazanmaya çalıştı, o da olmadı tabii...
Sonra dakika 103, ofsaytlı pozisyonda auta giden topu Henry eliyle çizgiden çeviriyor, sonra eliyle tekrar hafifçe dokunup, önüne çekiyor, ortada duran Gallas'a bu kez ayağıyla gönderiyor ve Fransızlar golü buluyorlar...
Netice haksız bir galibiyet... Toplam skorda 2-1 kazanan Fransa Dünya Kupası'nda artık. Henry'nin attırdığı kazandıran bu gol, bana ister istemez Burak Yılmaz'ı kaybettiğimiz, daha önemlisi Burak Yılmaz'ın kaybettiği o elle atılan golü anımsatıyor.. Umurunda mıdır bilmem ama dünyanın en sempatik futbolcularından biri olan Henry bu gece en önemli şapkalarından birini kaybetti... Zaten kariyerinin sonbaharında, Barcelona'da, almadığı kupa kalmamış adamın, elbette belli amatör heyecanları kaybetmiştir, aksi düşünülemez... Yine de merak ediyorum, Henry de insan neticede; acaba bu gece rahat uyuyabilecek mi?
edit: Henry bu konuda twitter'ına bir not düştü... "im not the referee... but if i hurt some one im sorry"

Cemal Nalga sezon başında bir maçta rakibine yumruk atıyor. Dolayısıyla "5" maç ceza alıyor. Buraya kadar tamam. Sonra ne oluyor biliyor musunuz?
7 Numaralı sakat oyuncu Tufan Ersöz'ün formasını veriyorlar Cemal'e. Çıkıyor oynuyor o da Tufan gibi... Sonra da Federasyona başvurup Cemal Nalga şu şu maçlarda oynamayarak cezasını çekmiştir diye ifade veriyorlar.
Bomba bugün patlıyor. Video, fotoğraflarla kabak gibi çıkıyor meydana. Maç istatistikleri bile ortaya koyuyor; Tufan hiç üçlük atmamış, dört ribaund çekmiş güya...
Tarihi skandal, Galatasaray için tarihi utanç.
Carew'in yarısahamızda aldığı top, önce Ali Güneş'e, ondan İbrahim Akın'a ve son olarak Koray'ın önüne gelmiş; 18 üzerinden yapılabilecek en düzgün vuruşlardan biri gerçekleşmiş, kalecisiz 10 kişi kaldığımız maçı efsanevi bir şekilde kazanarak Kadıköy'den dönmüştük. Lige, henüz başlarda attığımız havludan ötürü bu galibiyet sadece futbol dimağlarımızı tatlandırmış ve tarihe bir futbol hikayesi olarak geçmişti. 17 Nisan 2005'teki bu galibiyet sonrasında; ligde bir daha Fenerbahçe galibiyeti yaşayamadık ki bu maçın İnönü ayağını da Carew ve ilginç bir şekilde Mustafa Doğan'ın attığı golle kazanmıştık... O tarihten bu yana oynanan maçları inceleyeceksek olursak, bu maçların neredeyse hepsinde ultrasonik bireysel ve fahiş hakem hataları sonucunda bir şekilde kaybettik. "Girişimiz olay" ile başlayan tezahuratımız bu maçtan yadigar kaldı belki ama, bu tezahurat artık n'olur sadece ve sadece Koray'ın İnönü'de çıktığı maçlarda, ona hakkını teslim etmek için çığrılsın, o maçı hatırlamak ve o maçla övünmek için değil.
Bu efsanevi maçtan sonra; daha doğrusu 2/2 Fenerbahçe galibiyeti ile kapadığımız sezondan sonra, oynanan maçları kısaca inceleyecek olursak, külliyen dram, talihsizlik, şanssızlık ve beceriksizlikle dolu bir tablo belirecek önümüzde.
İlk olarak 2005-06 sezonu... Ligin ilk yarısındaki İnönü'deki maç son anda seyircisiz oynanmaktan kurtulmuştu. Tribünde desibel rekoru kırarken, Anelka'nın Cordoba'nın kulağına kopartırcasına çektiği şutla 1-0 geride kapatmıştık devreyi. 2. yarıda güzel bir baskı kurmuş, Kleberson ve İbrahim Akın'ın vuruşları ya direklere teğet olarak dışarı çıkmış ya da o gün kariyerinin ilk büyük performansını gösteren Volkan'a takılmış, Ahmet Dursun ise boş kaleye topu yuvarlayamayarak direğe takılmış ve ne yazık ki artık ben bu takımın forveti olamam demişti. Ah ve vahlarla geçen dakikalar, Ali Güneş'in saçma sapan bir dengesizlikle yaptırdığı penaltıyla hüsrana dönmüş, Nobre topu yandan dışarı atarak belki de bize en büyük kötülüğü yapmıştı. Kaçan penaltıdan sonra maça asılan Beşiktaş, Kleberson'un unutulmaz frikiğiyle beraberliği yakalarken, Toraman ağlardaki topu santraya taşımıştı. Ancak yapılan santranın sonrasında gerçekleşen Fener atağında amatör takımlarında yiyeceği kalitede bir golü ağlarımızda görmüş, ulan Nobre o penaltı öyle atılır mı şeklinde kendisine dert yanmıştık. Kadıköy'deki maç ise, 1 ay sonra oynanacak kupa finalinin provası olarak gösteriliyordu. Maçın ilk yarısında üstün olan taraf olarak Mehmet Sedef ve Gökhan Güleç'le gole yaklaşıyor, Rüştü'nün Gökhan'ı düşürmesine ise Selçuk "Nereli" seyirci kalıyordu. İkinci devre, Beşiktaş'a özgü bir yantop golüyle başlıyor, sonrasında "Baba" Sergen'in attığı 2 golle önce geçiyorduk. Hakemin ters bir korner kararı sonucunda gelen klasik "Fenerbahçeli" Nobre golü Fener'e beraberliği getiriyor, maçın son dakikasında 2'ye 2 olarak yaptığımız atakta sabık solak Tümer'e yapılan faulden sonra çalan düdük maçın bittiğini gösteriyordu. Yine havlu attığımız bir sezonun Kadıköy ayağında yine yenilmiyorduk...
2006-07'de ilk ayak Kadıköy'deydi. Yine muhteşem bir maç bekliyorduk ancak maç beklentilerimizin çok altındaydı. O güne kadar bir türlü ısınamadığımız Vedran Runje birkaç net pozisyonu kurtarıyor, Ricardinho ise penaltı noktası üzerinde rahat bir şekilde yaptığı voleyle Volkan'ın böğrünü deşiyor ancak golü atamıyordu. Ve belki de en dramatik mağlubiyetlerden biri; aynı sezonun 2. yarısı, yer İnönü... Maksimum 2 gol ( ki çoğu 1-0'lık galibiyetler) atarak aldığımız seri galibiyetler sonucunda final maçı olarak gördüğümüz derbide, ofsayt taktiği iflas ediyor ve Kezjman aşırtarak Runje'yi avlıyordu. Burak Yılmaz'ın beceriksizlikleri, Ricardinho'nun şut çekme konusundaki pintiliği, Delgado'nun yalnızlığı ve son dakikalarda Bobo'nun topu Gökkafes'e göndermesiyle maçı kaybediyor ve lig bizim için bitiyordu. Haftaiçinde Erciyes'i yenerek aldığımız kupaya birçokları burun kıvıyor ancak ben Fener'i eleyerek aldığımız kupanın buruk mutluluğunu yaşıyordum.
2007-08 ise Kadıköy'deki namağlup serimizin son bulduğu sezondu. Birçoğumuzun ölüm döşeğine yatana dek unutamayacağımız isim olan İsmet Arzuman'ın duyuramadığı düdük yüzünden yaşayabileceğimiz en büyük hayalkırıklıklarından birini yaşamıştık. Tabi ilk golden evvel Marco "Mehmet" Oyrelyo'nun yaptığı faulu birçok göz yine görmüyor, aynı gözler Bobo'yla Gökhan Gönül'ün hava topu mücadelesinde olmayan faulu görüyorlardı. İnönü'deki maç ise o sezonun küçük bir resmiydi adeta. Bir yantop ve Baki'nin kaybettiği top sonrasında gelen Fenerbahçe gollerine, o sezon attığımız en saçma gol olan; 2 pasta gerçekleşen Serdar Özkan'ın golüyle cevap veriyorduk. Maç sonrası işkenceye dönüşüyor, fenerliler geç çıksın diye çıkmadığımız tribünlerde durmak için fazla direnemiyorduk. Çok kötü oynadığımız bu maçta, Mehmet Oyrelyo'nun penaltımsı yaptığı elle müdaheleye yaptığımız itiraz, Colin Kazım Richards'ın penaltının şahını yaparak elle oynamasına karşın çalınmayan penaltı yüzünden isyana dönüşüyor, ligin sonuna daha çok zaman olmasına karşın bir darbe de federasyondan geliyor ve 2 maç seyircisiz oynama cezası alıyorduk.
Şampiyonlukla kapattığımız geçen sezonda ise yine 2 Fenerbahçe mağlubiyeti yaşadık. Mağlubiyetlerde yine hakem hatalarında söz etmek mümkündü. 80 darbesi dönemi komutanlarına benzettiğim, kendinden çok emin, asla hata yapmaz olarak nitelendirilen Bünyamin Gezer'in saçma bir şekilde Cisse'yi atıncaya kadar olan süre bize yine şahane bir Fenerbahçe maçını müjdeliyordu ki bu güzelliği bir polis-hakemin gölgesi düştü. 2-1 kaybettik, yine üzüldük, yine dramatikti. İnönü'deki maçtan önce artık dayanacak takatım kalmamıştı, odamdaki 3-4 Kadıköy Hatırası posterini indirmiştim totem için. Kazan'ın orada maç saatini beklerken, çevremdekiler de toteme dahil olmuş, Koray'ın adını hiçbir şekilde andırmamıştık. Kesin favori olarak çıktığımız maçta sezonun en kötü topunu oynayarak şampiyonluğu riske atmıştık. Maç sonrası yine zulme dönmüştü, Fener tribününden yükselen "Fener'in ölüsü Kartal'ı (sinkaf)" tezahuratını en layık şekilde bertaraf etmiştik o kadar. Maçtan sonra Dolmabahçe yolunda çıldıranlara rastlamıştım, durum artık travmatik bir hal almıştı...
Gün itibariyle 3 gün var maça. 6 ay önce yerinden indirdiğim poster hala odamdaki halının altında yatıyor, totem tutmadı, kıyabilsem yırtacağım, yakacağım ama kıyamıyorum. Maç günü, en azından 1 günlük de olsa unutalım o efsanevi maçı ve ona ait tezahuratı... Koray'ı çok sevmiyor olsam, neredeyse lanetli diyeceğim tezahurata ki Kurabiye Fener tezahuratı da bana hiç makbul gelmemekte... Kalede kim oynar, 1 mi 2 mi 5 mi kaç forvet oynarız, kaç önlibero kullanırız bilemiyorum... Sadece kazanmak istiyorum, elbette Şerefimiz ve Hakkımız'la...
Beşiktaş kulübünün iyi yönetilmediği açık. Bunu hala yazanı dövüyorlar zaten. Ben başka bir şeyden söz edeceğim.
Denizlispor maçındaki hadiseleri hepimiz biliyoruz. Bunlarla ilgili bir açıklama geldi mi? Hayır. Bugün Beşiktaş camiasında ve medyada edinilen kanı, taraftar döven kitlenin yönetim yönlendirmesiyle bu işi yaptığı şeklinde.
Normalde medya ilişkileri iyi, çözüm üretme noktasında etkili bir yönetim kuruluna sahip olsak, o gün "bu kişilerin üzerine gideceğiz" denirdi.
Ben Denizlispor maçındaki hadiselerin birebir yönetim kuruluyla bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Belli bir sayıda bilet verilip tribünde protesto edilmesini engelleyin denmiştir. Ama gidin o adamlara saldırın, dövün dendiğini sanmıyorum. Öyle bir şey denmişse zaten bu ahmakça bir hareket olur. Tahmin ediyorum ki, görevlendirilen şahıslar insiyatif aldılar ve saldırıda bulundular. Çünkü kendilerine tebliğ edilen görevi yerine getiremediklerini düşündüler.
Neyse, bu ayrı konu. Ben bir Beşiktaş taraftarıyım ve beni Yıldırım Demirören'in dövdürdüğünü düşünüyorum. Yıldırım Demirören de bunu yalanlamıyor. İşte yönetimin beceriksizliği, yönetememezliğinin en güzel örneğidir bu. Bugün en dandik ürün üreticisi bile medyada nasıl yer aldığını, algının nasıl olduğunu takip edip ona göre strateji belirlerken bizim yönetimimizin buna karşı hiç bir şey yapmaması zaten durumu ortaya koyuyor.
Efes maçında Akatlar'da olanları düşünün. Belki de yönetimle alakası yoktu olanların. Tamamen güvenlik teşkilatlarının aldıkları, uyguladıkları kararlardı. Peki yönetimimiz bununla ilgili bir açıklama yaptı mı? "Bunlar salon güvenlikleri için uygulanmaktadır ve uygulanacaktır" şeklinde bir yazı gördük mü? Bir özür gördük mü? Bunları da göremedik.
Salon kapısında Yıldırım Demirören aleyhine yapılan tezahüratları görünce kız arkadaşım dayanamadı "Bunlar da her şeyden Demirören'i protesto ediyorlar" dedi. Haklıydı. Spor salonunun girişinde yığılma olmuş "Yeter Demirören" , hakem hata yapmış "Federasyonu Temizlesene"...
Zaten bu durum, ne kötü yönetildiğimizin kanıtı değil mi? Bu adamın yanında iletişim uzmanları falan yok mu anlayamıyorum? Akıl veren, strateji belirleyen ve bir yol haritası çizen...
Bugün Yıldırım Demirören çıkıp "Benim işim bu kulüpten nemalananlardı, Beşiktaş taraftarıyla meselem yok" diyip belli bir kitlenin desteğini alabilecekken neden yapmıyor? Neden tribünün tamamıyla dalaşma yolunu seçiyor? Bu yolun yol olmadığını, seçimi bile kaybetmesine yol açacak stratejik hatalar içinde olduğunu kimse söylemiyor mu?
Fenerbahçe maçında olacakları düşünün. Fenerbahçe ofsayttan gol atmış olsun. "Federasyonu Temizlesene"
Tabata 55'te oyundan çıksın "Gaziantep'e Başkan Olsana"
Beşiktaş yenilsin "Yeter Yıldırım Demirören"
Yıldırım Demirören her koldan sıkışmış durumda. Kendisiyle ilgili olan / olmayan her şeyin hesabı artık kendisinden sorulur hale gelmiş. Bir nevi Sabri Sarıoğlu / Gökhan Zan sendromu diyebiliriz. Ama bu kişi, bir kulübün başkanı. Yanında danışmanları falan var. Öyle olması gerekiyor. Gerekmiyor mu bilemiyorum ki...
- - İkametgah
- - Nüfus cüzdanı sureti
- - Adli sicil kaydı
- - Vukuatlı nüfus kayıt örneği
- - Son 3 ay içerisinde çekilmiş fotoğraf
- - Öğrenci iseniz öğrenci belgesi
- - Askerlik yapmamış iseniz tecil belgesi
- - Askerlik yapmış iseniz terhis belgesi
- - Akciğer röntgeni
- - Domuz gribi aşısı olduğunuza dair yazı
- - Verem olmadığınıza dair rapor
- - Kan grubu kartı
- - Maaş bordrosu
- - İşitme testi.
Link
Sen bizi stadda dövdüren
Yüzüne sövdüren
Sabote ettiren
Söylediği
Her lafı yiyen
Milyon Euro veren
Bizi rezil eden
Mabedin tam orta yerinde
Büyük bir yüzsüz var
Şeref tribününde
Temizlik bize sökmez ulan
Dönmeyiz bu aşktan
Gidecek bu başkan
Fenerbahçe maçında söylenmesi planlanıyor. Söylenir / Söylenmez bilemem ama paylaşmak istedim.

Futbolunuzu nasıl alırsınız? Ben şahsen kendi sahanda futbola bayılıyorum. Futbol sadece sahada kalsın, hatta mümkünse hep kendi sahanda kalsın. İnönü'den dışarıda oynamayalım, onun dışında futbol üzerine çok fazla düşünmeyelim, tribünler, yönetimler, basın, futboldan nemalanmaya çalışan siyasetçiler hep bir köşede kalsın. Futbol, sadece topun santraya konulup düdüğün üflenmesi ve üçlü çekilmesiyle başlasın, son düdükle de bitsin gitsin.
Böyle olmadığı vakit futbolu sevmek oldukça güçleşiyor. Aslına bakarsanız son zamanlardaki halet'i ruhiyem de tam bu şekilde. Her gün ilk iş olarak takip ettiğim haber sitelerine bakmak gelmiyor içimden, iç açıcı bir tane haber yok. Takip ettiğim bloglara hatta ekşibeşiktaş'a da bakasım gelmiyor. Hep olumsuzluk, hep problem, hep şikayet. Futbolu bırakın, basketbol maçlarına dahi sıçramış iş. Keyif için yapılması gereken organizasyonların hepsi kendi halindeki sporsever için zul olmaktan başka bir şey getirmiyor. İki üç yıl öncesinde, Hıncal Uluç ve Haşmet Babaoğlu'nun programı 90 dakikanın açılışında bu ikili hep "futbol konuşmak gelmiyor içimizden, biz boşa konuşuyoruz, sinema falan konuşalım" kalıbını kullanır olmuştu. O zamanlar madem öyle, yapmayın şu işi yahu, ne bu feveran desem de şimdi birazcık o noktaya geldim ne yazık ki. Harbiden konuşmaya gerek yok çoğu zaman, konuşulan konuların hepsi çoğu zaman aynı yerlere gelip tıkanıyor ve garip bir çaresizlik hissi hasıl oluyor insanda.
Her neyse, daha fazla duyarlı taraftar olarak içinizi sıkmak istemem. Dedik ya, futbol sahada güzel. Bu hafta da en güzel maçlardan biri var bizim için. Son on yılda Beşiktaş'ı İnönü'de tam 7 kez mağlup eden Fenerbahçe bir kez daha konuğumuz oluyor.
Fenerbahçe bu sezonun dengeli takımı. Kalesinden, forvetine kadar bir denge söz konusu. Ne fazla ofansif Galatasaray gibi, ne de fazla defansif Beşiktaş gibi. Sistemi belli, sağ bekinde sağ bek, orta sahasında orta saha futbolcusu, forvetinde ise forvet oynuyor. Daha bu bile en baştan Beşiktaş'tan daha avantajlı olmalarının nedeni zaten. Beşiktaş sağ bekine stoper, orta sahasına kanat futbolcusu, sol açığına forvet oyuncusu koyunca da aradaki puan farkını yadırgamamak gerek. (Ki son maçtaki taktik saçmalığı da var daha bunun.)
Maç öncesi Beşiktaş için en önemli avantaj Bilica'nın cezalı ve Lugano'nun da cumartesi günü Türkiye'ye geleceği için büyük ihtimal oynayamayacak durumda olması gözüküyor ancak, geçen sene İnönü'deki maçta stoper ikilisinin Yasin Çakmak ve Gökhan Gönül olduğunu hatırlayınca, avantajdan bahsetmenin de çok manası kalmıyor. Neticede Fenerbahçe son yıllardaki derbilerde oynadığı oyunla, orta sahasını kalabalık tutan ve rakibin oynamasına izin vermeyen bir hüviyette olduğundan defansında kimin olduğunun pek önemi kalmıyor. O zaman onların stoperlerinin kim olduğundan çok, bizim orta sahamızda kim olacağının önemi daha fazla.
Trabzonspor maçına çıkan kadro gibi üçlü mü oynar Beşiktaş bilinmez ama, Fink-Ernst ikilisinin bozulmaması gerektiği gün gibi ortada. Sonuçta Beşiktaş uzun yıllardır oynayarak değil, oynatmayarak sonuca gitmeye çalıştığından, pas yapacak, baskı yapacak bir Beşiktaş hayali ile 11 çıkarıp, hayal kırıklığına uğramak daha olası. O yüzden de Fink ile Ernst'in yanına Sivok dahi çekilebilir, Toraman stopere kaydırılarak... Onun dışında, hücumda ise "doktor ne yersen ye dedi" gibi bir durum söz konusu. Tüm bunlardan ayrı olarak da bir kaleci krizi var ki, bu konuda ilerleyen günlerde daha ayrıntılı bilgiler alacağız blog'daki arkadaşlarmızdan.
Bunlar tabii ki maçtan önce bir taraftarın yaptığı basit mantık yürütmeleridir. Yoksa, Mustafa Denizli hangi kadroyu çıkarırsa çıkarsın maç sonu neyi, niçin yaptığını açıklayabileceği için, kadrosunu eleştirmek biraz manasız. Çünkü Mustafa Denizli'nin futbol anlayışında yanlış kadro yoktur, sadece kurulmuş yanlış senaryolar vardır. Oyun kafasında oynadığı oyundan bambaşka yerlere gitmiştir ve önemli olan da Denizli'nin zihnindeki gibi gitmesidir. İşte o yüzden umalım ki, bu sefer kafasındaki maç, gerçek maçla biraz benzerlik göstersin.
Denizli'nin zihninden geçenleri okumak kolay olmasa da, cumartesi günü Beşiktaş'ın kontrollü oynayıp, araya bir gol sıkıştırmak üzerine oynayacağını tahmin etmek zor değil. Jessie'nin de daha önce belirttiği gibi şu ortamda yenmek kadar, yenilmemek de önemli Beşiktaş camiası için. Şimdilik rakibin stoperlerinin yokluğundan daha büyük bir avantaj da bu aslında. Zira son yıllarda hep kazanmak için çıkan Beşiktaş kadroları sahadan boynu bükük ayrılırken, bu sefer önce yenilmemek için çıkacak bir kadro skor dengede kaldığı sürece taraftarı da arkasına alıp, maçı çevirebilir.
İşte tüm bunların sonucunda her ne kadar Fenerbahçe'nin Beşiktaş'tan daha iyi bir takım olduğunu düşünsem de, bu maç için Beşiktaş'ın bir adım daha önde olduğunu düşünüyorum. Son olarak da totemimi yapıp, yılların tevazu dolu duruşundan vazgeçerek, kamera görünce 5 işareti yapan bir taraftarmışçasına, "bu maç beş olur abi beeeeş" diyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.
D grubu fikstürü:
1.Hafta: V.Manisaspor-Beşiktaş
2.Hafta: BAY
3.Hafta: Beşiktaş-Kasımpaşa
4.Hafta: Büyükşehir-Beşiktaş
5.Hafta: Beşiktaş-Konya Şekerspor
Hiçbir zaman yanımızda olmayan kura şansının, gide gide Türkiye Kupası'na denk gelmesi çok manidar olmuş. Halbuki biz son torbayı Şeker'siz severdik. Bıraktığımız yerden devam etmemiz dileğiyle, hayırlı olsun.

Maçtan önce arkadaşlar ile sohbet ederken en çok değindiğimiz konu Efes Pilsen'in yavaş yavaş oturttuğu 4 kısalı sistem ve bu sistem içerisinde Shumpert ve Nachbar'ın rolleri idi. Maç suprizlerle başladı ilk surpriz salon dışında yaşandı ve ilk defa maça girerken kimlik kontrolu ile karşılaştım! Bu konuyu pek irdelemek istemiyorum çünkü maç içerisinde de takımı etkileyecek yönetim aleyhine çok fazla tepki de vardı. Yani neresinden tutsak artık elimizde kalacak bir konu şahsen iki tarafında bu konuyu abarttığını düşünüyorum. Neyse maça dönecek olursak ikinci büyük surpriz ise Charles Smith'in 6. yabancı olarak kenarda oturmasıydı. Charles Smith'in kenarda oturması demek dışarıdan oynanmayacağının işareti idi. Ve asıl surpriz ise maçın başında yaşandı Efes Pilsen bugüne kadar oynadığı maçlar dışında Besiktas'ı iyi etut edip ilk çeyrek boyunca çift uzunla oynayıp hep içerden oynayarak takımı içeriye gömerek oynadı.

Maçın başında oynanılan 2 tane ikili oyunlardan sonra en kötü alan savunmasına geçip içeriye top aldırmayacağımızı düşünüyordum ki Kerem-Kasun ve Thornton-Kaya ikili oyunları ile birbirinin kopyası en az 10 sayı gordük ilk çeyrekte. Aslında Baxter ve Cevher gibi hem kuvvetli hem de hareketli uzunlarımıza sahipken bizim oynamamız gereken ikili oyunları hep Efes Pilsen oynadı. Ve Efes Pilsen bir anda oyunda üstünlüğünü ilk çeyrekte göstermiş oldu. Ta ki Kasun'un üçlemesine kadar. Mario Kasun'un üçlemesi ile Efes Pilsen bu kadar ikili oyun yeter diyip Thornton ve Rakocevic'in delici özelliğini kullanarak kısalara yöneldi ve bunda da başarılı olarak oyunu koparmak istediler. Ama ilginç biçimde maç boyunca da bunu yaşadık Efes Pilsen tam oyunu koparıyorum derken hep bir cevabımız vardı. Ilk ceyrekte de cevabımız Baxter'dı.

Ilk çeyreğin sonunda inanılmaz bir mücadele vardı. Yunanistan deplasmanından yorgun gelen Efes Pilsen'in bu kadar yüksek tempoda maça başlayacağını da kimse tahmin etmiyordu. Işte boşu boşuna 1.5 - 2 milyon euroluk oyuncular olunmuyor. Yukarıda çizelge de isabet oranları yer almakta. Ilk çeyrekte pota altında Efes Pilsen'in 7 basketi gözükmekte bu da 14 sayı demek ilk yarının skoru ise 20-20 idi. Ikili oyunlara karşı bu kadar pasif savunma yapmamızın nedenini bir turlu anlamadım maç boyunca çünkü bunu Efes Pilsen sıkca denedi ve başarılı da oldu. Aklıma sadece 2 cevap geldi; Ya alan savunmasına hiç çalışmıyor bu takım. Ya da ikili oyunları sıkca oynamadığı için savunma yönüne de bir türlü önlem alamıyorlar.
Ikinci çeyrek de ise Efes Pilsen yine maça çok hızlı başladı özellikle Ender'in oyuna girmesi ile Chatman'ı çok fazla yıprattı. Savunma da bu kadar yıpranan Chatman hucumda da pek ekstra oynayamadı. Engin Atsur'un yokluğunda da bir turlu dinlendirme şansı bulamamız da ikinci periyod da sıkca başımızı ağrıttı. 2. periyod da maç geneline yansıyan 2 olay gercekleşti. Bunlardan biri Efes Pilsen artık sayı olarak öne fırladı ve minimum 5 sayı farkta maç boyunca götürmesini bildi. Ve ikinci olay ise bizim serbest atış handikabımızın başlaması. Deplasman olsa bir nebze anlasılır ama sabah akşam idman yaptığın kendi salonunda bu kadar düşük serbest atış yüzdesi ile oynamanın pek bir acıklaması olamaz.

Ikinci periyod da Efes Pilsen yine ikili oyunlarla ile 8 sayı buldu. Burak Bıyıktay'dan bir turlu beklenen hamle gelmedi. Herkes kenardan hamleleri bekler oldu; acaba ne zaman Ispanya - Yunanistan macında ki gibi veya Turkiye - Ispanya macında ki ikili oyunlara karşı yapılan ortaya uzun yana 2 hareketli kısa sistemine veya alan savunmasına ne zaman gecicez diye merak ediyordu ki bu sefer de imdadımıza Muratcan Guler'in ustuste bulduğu 5 sayı yetişti. Ve yine tam Efes Pilsen oyunu kopardım derken cevabımız gecikmedi ve devreyi 41-36 yenik kapadık.
Ve 2.yarı da çok büyük bir mücadeleye sahne oldu. Bu sefer sahnedi 2 kişi vardı. Biri Bostjan Nachbar ve hakemler. 3. periyoda da Efes Pilsen cok hızlı başladı. Özellikle Efes Pilsen Nachbar ve Thornton ikilisi üzerinden 2 ayrı set oynarak neredeyse periyodu bitirdi;

Newley'in ayaklarının yavaslılığını fırsat bilen Thornton hemen hemen her topta içeriye dalarak savunmanın dengesini bozarak bazen cizgiye Shumpert'e pası verip Shumpert'e yapılan uzun yardımını cok iyi kullanıp Nachbar'ı boş yakalayarak buldukları sayılar. Veya yine Thornton ile içeriye dalıp direk Nachbar'a inen toplar. Ve Nachbar'ın bireysel hucüm performansları. Bu dakika'ya bir türlü teknik heyetin ikili oyunlara karşı hamlede bulunmaması fırsat bilen Ergin Ataman Nachbar'ı da çok iyi kullanmasını da bildi. Ergin Ataman gerçekten Türk topraklarından yetişen en iyi basketbol koçu diyebilirim. 3 periyod da skor 58-50 ye geldiğinde oyun yine kopma noktasına geldi ve Efes tam oyunu koparıyorum derken bu sefer de cevap Haluk Yıldırım'dan geldi. Aslından Haluk'un kullandığı top çok yanlıştı ama girince oyun yeniden dengelendi.

3.periyodun sonlarına doğru pota oyun dengelendiğinde 2 ayrı hucum izledik biri Besiktas cephesinde diğeri de Efes Pilsen cephesinde idi. Efes Pilsen yine maç boyunca hep doğru yaptığı işi olan ikili oyunu oynadı ve basketi buldu. Bizde ise serbest atışlarda ki inanılmaz isabetsizliğin yanına 2 olumsuz şey daha eklendi. Biri Cevher Ozer'in performansı diğeri ise hakemlerin çalmadığı düdükler.
Son periyot da ise diğer periyotların aksine Besiktas çok iyi başladı. Özellikle içerde Baxter'ın kişisel gayreti dışarıda da oyundan nerede ise hiç çıkmayan Chatman'ın oyunu kontrol altına alması ile ve taraftarın da inanılmaz desteği ile oyuna ortak olmasını bildik. Oyunun son bolumunde ise mücadele cok ust duzeye yukseldi. Oyun son bolumlerinde Efes Pilsen'i 3 defa yakalama şansı elde ettik. Birinde Haluk Yıldırım'ın 2 tane üst üste kaçırdığı üçlükler bir diğeri ise Cevher Ozer'in kacırdığı ucluk pozisyonu ve önemlisi ise maçın son 24 saniyesi idi. Son dakikaya kadar sabah akşam antreman yaptığın potalara serbest atış atmakta zorlanan takım rakibi fark 2 sayı iken hiç sana 24 saniyeyi kullandırır mı ?? Tabi ki kullandırmaz. Cok yanlış bir secimdi Chatman hemen yarı sahayı geçip içeriye dalacaktı en kotu faul alırdı ama hiç yoktan fark indirerek daha fazla sure kazandırabilirdi veya en iyi ihtimalle macı uzatacaktı. Ama ne yazık ki yine maç sonu ve yine taktisel bir hata ve kaybedilen bir maç.

Son periyot da yine Nachbar'ın kişisel şovu devam ediyordu. Bu sefer Nachbar'a eşlik eden savunma da Kaya Peker oldu. Cok kritik bir blok ve çok kritik bir pozisyonda topa hamle yaparark topu ölü noktaya uzaklaştırdı. Ve galibiyet de en az Nachbar - Thornton ve Kasun kadar payı vardı. Maçı genel olarak ele aldığımızda ilk söyleyeceğimiz konu bence ne serbest atışlar ne hakemler bu maçın galibi Ergin Ataman'dır. Burak Bıyıktay ilk defa sezona koç olarak başlıyor ve Ergin Ataman gibi tecrübeli bir koç karşısında ilk sınavında (sıfırdan kendi kurduğu sistem ve takımla) başarısızlıkla ayrıldı. Özellikle Efes Pilsen'in uyguladığı her
ikili oyun özellikle ilk yarı neredeyse basket ile sonuçlandı. Bir türlü Burak Bıyıktay'dan ikili oyunlara karşı hamle gelmedi. Yenilginin başlıca nedenlerinden biri de serbest atışlar. Böyle bir maçta sabah akşam idman yaptığın kendi evinde %60 ile serbest atış atmak psikolojik olarak da takımın direncini dusurur. Ve son olarak hakem hataları. Aslında bu kadar kotu serbest atış atmasaydık veya son saniyelerde bu maçı alsaydık hakemlere cok fazla yer verecektim. Hakemler inanılmaz hatalar yaptı. Gozumuzun önünde çalınmayan düdükler hele ki son periyod en kritik pozisyon da Shumpert topu elinden kaçırıp tekrar topu yakalayıp topu sürmesine steps çalmayan bir hakemin ya art niyetli olduğunu düşünürüm ya da basketbol bilgisinden şüphe duyarım.
Yalnız bu kadar olumsuzluklara rağmen son 24 saniyede maçı çevirecek noktaya gelmemiz de büyük başarıdır. Orada da sana 24 saniyenin tamamını kullandırmazlardı ki kullandırmadılar da çok farklı bir hucum stratejisi belirleseydik şimdi 5 de 5 ile 12.haftaya kadar çok iddialı bir konuma gelebilirdik..
Saat 1 gibi akşamdan kalma bir halde zar zor kalkabilmiştim, kankam biraz yan çizse ben de ona katılacak ve maça gitmeyecektim. Ama ilk yan çizen ben olmamalıydım, maça gidecek miyiz dediğimde çok kararlı bir halde evet cevabını alınca ufak bir kahvaltı sonrasında çıktık yola. 14:15'te salonun önündeydim ki bu zamana kadar görmediğim bir salon önü yığını gördüm. 36 kişinin girişinin yasaklanmasından hemen sonra olan bu maçta yaşanacak olası maç öncesi protestolar için bizi geç aldıklarını düşündüm, meğer öyle değilmiş... Aklıma Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanı'yken kurduğu " Öğrenciler olmasa Milli Eğitim'i ne kadar kolay yönetirdim" cümlesi geldi. Ellerde 36 kişilik liste, polisler kimlik taraması yapıyorlarmış ki işin boku çıktığından ötürü maç başladıktan sonra kimseye kimlik kontrolü yapılmadı, elektronik olmayan turnikelerden biletlerimizi okutarak (!) maç başladıktan 4 dakika sonra içeri girebildik.
Biletin kaç para olduğunun önemi yok, ben vermiş olduğum para karşı almam gereken hizmetin 10'da 1'ini, gösterinin başlamasına 45 dakika kala salonda olmama karşın izleyemedim ve bunun sorumlusu yönetimdi. Çarşı'yı bitirmeye ve tribünden silmekte kararlı olan yönetim, "temizlesene" tezahuratıyla daha da kamçılanmış görünmekte. 1 yıl spor müsabakalarına girmeme ve artı 2,000 TL ceza verilmiş bu adamlara. Takip etmedim, gerçekten bilmiyorum, bu adamlar mahkemeye çıkarıldılar mı, bu ceza kimler tarafından karara bağlandı, cezaların hangi kanıt ve delillerle verildi? Hiçbirinin cevabını bilmiyorum... Ama bildiğim bir şey var. Bu kulüp, böyle diyince sanki Fener'den bahseder oldum, Beşiktaşımız'ı yöneten yönetim, şu güne kadar Çarşı ismini defalarca kez kullandı. Şampiyonluk sonrası dinlediğimiz bestelerde "Çarşı" ismi geçmekte, amigolarla defalarca kez görüşülmekteydi. Kartal Yuvası'nda satılan "Çok sevdik be abi" sloganlı T-Shirt belki cennete selam etmekteydi, ancak sonuçta bir gelir getiriyordu. Yönetim Çarşı'yla neredeyse organik diyebileceğim bir bağ kurduktan sonra girişeceği hiçbir operasyon bana samimi gelmeyecektir.
Alen'in olduğu yer ve onun önündeki 2 sırada polis amcalar oturuyorlardı. Amigolardan bir tek Cenk'i görebildim ben, bir de Asya Kartalları'ndan sarışın bir eleman vardı. Akl-ı selim bir çok taraftar yine bir şekilde tezahuratları organize edebildiler ama, tribün olarak şaşkın ördek gibiydik, benim gözüm ha bire pota arkasında birilerini aradı. Adam gibi üçlü çekseydik maçı alırdık demiyorum elbet, ama üçlü için sayılan 1-2-3 sayılamadığından ötürü en sevdiğim tribün aktivitesi düzgün bir şekilde gerçekleşemedi. Efes tarafında benim de tanıdığım bir Beşiktaş taraftarı sorun çıkarttı, ufak tefek, kanı biraz deli akan bir elemanı ( kesinlikle bir çapulcu değil, hem maddiyat hem eğitim olarak ) orda niye bulunduğunu, ne işe yaradığını anlamadığım polisler zaptedemediler. Uzaktım ve elbette ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, sonrasında birileri daha gitti oraya, bu esnada bulunduğum yerin üstünde de bir kavga patladı ki o sırada Efes 20 saniyede üstüste 5 sayı buldu.
Pascal da tribündeydi. Kendisini çok ama çok severim, ancak Acun denen yapımcıyla takılırken gelmesin tribünümüze. Niye geldiğini ancak maç sonrası semte gidip yemek yedikten sonra anlayabildim. Birileri yanımıza gelip Pascal'ın bilmem ne ligi maçı var geliyor musunuz dediler... Meğer maç İnönü'deymiş, ve de Pascal'ınkiyle beraber 1 maç daha varmış. An itibariyle oynanmakta olan sözde maçımsıda ise ne yazık ki Akadlar'dakinden daha fazla Beşiktaşlı var... Umarım Pascal, bu pespaye organizasyon bitene kadar hiçbir maçımızda gözükmez...
Son olarak, bizim takımda gerçekten iş var ama her sene gerçekleşen senaryolar bu sene de gerçekleşecek diye tahmin ediyorum. Yabancılar kesin olarak bir yerlerden teklif alacak ve kafaları karışacak, yerliler paralarını alamayacak ve idmana çıkmayacaklar - ki zaten bu durum daha şimdiden gerçekleşti - sorunlu bir yabancımız finale çıktığımız sene gerçekleşen Ratko Varda örneğindeki gibi takım ne kadar iyi giderse gitsin problem yaratacak ve en iyi ihtimal yarı finalde eleneceğiz... Ve umarım bu iyi takım yedirir bu lafları bana...
Dün saat 21 gibi Taksim'de dolanırken kafamda bir soru vardı; Bileti şimdi mi alayım, salondan mı alayım. Arkadaşım gelirse nasıl olur, gelmezse nasıl olur. Maça gitmeyip evden izlesem nasıl olur, gitsem nasıl olur...
2012 isimli dandik filme girmeden oluyor bunlar. Biletix de karşı kitapçının içinde olunca çeldirici oldu. 2 kız arkadaşımla birlikte biletleri alıp maça gitmeye karar verdim. Diğer yandan 2 arkadaşımı da iknaya çalışıyorum " Gelin bakın, yorulmayız, rahat olur" diyorum...
Neyse, sabah kalktım. Arayan babam; "oğlum Efes maçına geliyor musun? Yaa baba ben gidiyorum da, senin gibi adamın ne işi var maçta dedim. Demeye çalıştım. Bilet yoktur, kalabalık olur, ne gerek var falan diye işi yokuşa sürmeye çalıştıysam da adam kararlı gibiydi.
Saat 14:15'te salondaydım. Allah allah... Kapı tıklım tıklım. Islıklar, protestolar... Yanımda da iki kız arkadaşım olunca "hayvan" moduna geçmem zor oldu. Baktık kapı önündeki kalabalık makum boyutlara gelmeyecek, daldık kalabalığın arasına; Hayvan Mode On.
İtenler, çekenler, yaslananlar, etrafında kim var kim yok diye bakmadan salak saçma konuşanlar... Dedim, oğlum ne işin var senin arkadaşlarını getiriyorsun buraya. Git oğlum, al arkadaşını boğaza git balık falan ye dedim. Salağız ya işte.
Maça giriş saatimizi biliyor musunuz? 15:02. Muhteşemsiniz siz, Türkiye'de spor organizasyonundan sorumlu herkesedir bu sözüm. Siz aynen bu kafayla devam edin, yönetim de "basketbola ilgi gösterilmiyor" desin. Bu kafayla bu kadar işte.
Önce siz insanları "hayvan"laştıracaksınız, sonra da hayvanlaştırdığınız kitleyi temizlemeye çalışacaksınız.

Efes benchinin arkasında bir yer bulduk oturdum. Annemler mi? Onlara ulaşmak ne mümkün, harp ediyoruz sanki. Onlar başka cephede kaldılar.
Efesliler 3-4 sıra önümüzde. 15-20 kişiler. 5-6'sının forması var. Belli ki br yerden beraber gelmişler, getirilmişler. Efes / Darüşşafaka bağlantısını düşününce çocukların kim olduğunu anlamak mümkün.
Maçın 35. dakikasında bir tane ruh hastası Efesli çocuk 4-5 sıra alttaki koltuğuna ilerlemek için milletin oturmakta olduğu koltukları kullanıp milletin üstünden atlamaya çalışınca ortam hemen gerildi. Çocuk "Pardon" diyip olayı kapatacağına yumruğunu gösterince tribün birden hararetlendi. 15 yaşındaki çocuk 55 yaşındaki adama karşı... Belli bir süre karşılıklı atıştılar. Sonra 55-60 yaşındaki kişi "sen bu salondan çıkabilecek misin bakalım" dediğine şahit oldum o arada. Diğer Efesliler de o çocuğu aralarına alıp "yeter uzatma" dediler. Çocuk arkadaki Beşiktaşlılara dönüp "bakın ben laf etmiyorum, adam laf ediyor, benim suçum yok" gibilerinden ifadelerde bulundu ki haksız da sayılmazdı. Tabi ben baştaki üstten atlama hareketini anormalliğine bağladım, o ayrı. Daha sonra Beşiktaş'lı 60 yaşındaki zat kayboldu ve "Büyük Beşiktaş Taraftarı" geldi olay mahalline. Karşısındakinin "çocuk" olduğunu anlamayan 60 yaşındaki abimiz ve çocuğun bu gerginliği yüzünden önlerine gelen Efes'lilere saldırdılar. Her saniye yeni kitleler olay yerine gelip Efeslilere saldırıyordu. Çocuğu alıp götürdü polis zaten, amca da kaçtı gitti. Dayak yiyen sporsever oldu her zamanki gibi. Tribün belki Efes'in ama onlar 20 kişi, kalanlar Beşiktaşlı. Etraftaki Beşiktaşlılar bu kavgacı çocukları durdurmaya çalışsalar da pek etkili olamadılar. Tribün Efes tribünü ya, Beşiktaş'lıya da saldırıyor büyük taraftar.
Beşiktaş forumlarında Efes'lilerin tahrikinden bahsedecekler yalan! Haber1903'te aynı şeyi yazacaklar "
Link" yalan! 15-18 yaşları arasında, yarısı kızlardan oluşan bir kitle kimseyle böyle bir olaya girmez, giremez.
Neyse, benim kız arkadaşlar arka tarafa kaçtılar tabi. Kalan 3 dakikayı da böyle bir zevkle izledik yani.
Girişi, çıkışı... Her şeyi muhteşem bir aktivitede bulunmuş olduk. Arkadaşlarım her hafta gelelim dediler. Beşiktaş kulübüne bana bu olanakları sundukları için teşekkür ediyorum. Gerçekten anlamıyorum bu taraftar neden gitmiyor basketbol maçlarına. Yönetim haklı hakikaten.
Neyse efendim. Hepinize tavsiye ederim gidin görün...
O hengame içinde salonda görüşemediğim annem ve babam olmak üzere içeride bir türlü buluşamadığımız Threepoint ve Caner Eler'e selamlarımı sunarım...
Not: Böyle şeyler yazarak insanları salonlardan kaçırıyorsunuz diyenler için; Üzgünüm!
http://eksibesiktas.blogspot.com/search/label/Purplepurple
'Ben demiştim demeyi sevmem'. Sevilmeyen doğal olarak 'denmiş olunanlar' gerçekleştiğinde yaşattığı sıkıntılar.
Tribün liderleri neden protestolara yön vermiyor dendiğinde, Denizlispor maçından 1 hafta önce; o zaman tribüne adam sokarlar, kavga çıkarırlar demiştim. Oldu. Denizlispor maçından hemen sonra da yukarıdaki yazıyı yazdım. Konuyla direkt ilgili kısım şurası:
Hatta ne olur? Bundan 1 hafta önce yazmıştım. Tribünün amigoları gözaltına alınır. İlk fırsatta stada girişleri yasaklanır. Çünkü ertesi hafta tribünde Emniyet müdürü ve vali ile kolkola maç izleyecek olan başkandır.
Tribün liderleriniN gözaltına alınma sürecinde adı sanı geçmeyen tek grup Erdem Fora ve ekibi. Yine o yazıdan:
Bu işin sonu nereye varır demiştim.. Karşı tarafta bekleyen boğazlı kazaklı, siyah ceketli, kirli sakallı.. ama en fenası pis bakışlı adamlar var. Maç önceleri etrafında 15-20 kişi toplamadan gezinmeyi kendine hakaret gören adamlar. Adları hep adi işlere, çek-senet işlerine, cinayetlere karışmış adamlar. Çarşı'nın a'sını değiştireceğiz diyen, Gündoğdu marşı söylenmeyecek diyen adamlar. Yönetimden yol alıp çoluk çocuk demeden insanlara saldıran, kapalı tribüne kara günleri yaşatanlar.
Bu adamlar tabi ki sözlükte, blogda, forumlarda yazılanlar sayesinde almayacak o tribünü. Ama olur da, söylemeye çekiniyorum, o kapalı tribünü bu adamlar alırsa, sete çıktıkları an bozkurtla selamlayacaklar adamlarını. Herhangi bir maçın herhangi bir dakikasında en şoven sloganlar yükselecek kapalıdan. Bağırın diye tükürükler saçılacak, sevmedikleri insanlar tonla sopa yiyecek. İşte o gün Kapalı tribün bitmiş olacak.
Biz ise geçmişe dönüp, Alen'ler yönetimden nemalanıyordu, o yüzden Demirören'i protesto etmiyorlardı mı diyeceğiz bilmem.
İnşallah ben demiştim olmaz. O kadar da olmaz. Olmasın.
Bir kaç gün sonra yurtdışına çıkıyorum. Siftahımı Fenerbahçe maçını kaçırarak yapacağım. Muhtemel ki, 3-4 sene hasret kalacağım güzel semtin güzel stadına. Hatırımda kalan son görüntünün tadı güzel; Wolfsburg maçında o adama ne yapması ve nasıl yapması gerektiğini söyleyişimiz ve özellikle Kasımpaşa maçındaki birlik ve inadına isyan hali. Kasımpaşa maçının da yalancı zafer olduğunu söyleyenlere inat, çok güzel hatırlayacağım o günü; o tribünün son isyanının o maç olması korkusuyla.
Bu takımın sahibi taraftardır. Bu takım her şeyden önce semt takımıdır. Başkanların, futbolcuların, yöneticilerin, hocaların varlığı da, söyledikleri de gelir geçer. Ama tribün kültürünün mirası bu takım yaşadığı sürece bizi ve bu takımı bağlar.
Beşiktaş'ın kapalısı da, ona sevgiyle bakan eski açığı, yeni açığı, numaralısı da kolay kolay yem olacak bir kültüre sahip değil. Sıkıntılı günlerde en çok yaptığım şeydir; 3 gün sonrasını düşünüp, her şeyin bitmiş olacağını hayal etmek. Kelime manasıyla 'kapalı' havaları, yağmuru seviyor olsam da; belki 5 ay, belki 2 sene sonrası yine güzel, güneşli günler var Şeref Bey Stadı'nda.
Allah, Şeytan, Kartal.. neye inanıyorsanız yardımcınız olsun.
Her şeyin bir isyan noktası var. Biz bu isyan noktasını çoktan geçtik ama sesimizi duyan yok. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Yıldırım Demirören'e edilen küfürler sonrası düğmeye basmış. Onlarca kişi gözaltına alınmış, bugün duyuyoruz ki 30'dan fazla kişinin de stada girmesi yasaklanmış.
Büyük bir titizlikle çalışmaları yürüten Emniyet yetkilileri, küfür eylemini başlatanları bir bir tespit etmişler. Haberi okudum, vallahi içim rahatladı. Bu cefakar çalışmayla birlikte tribünlerimiz en sonunda temizlenmiş oldu. Bundan sonra stadyumlarda küfür olmayacak, herkes el ele kol kola şarkılarını söyleyecek. Tribünde çıkan arıza sadece o akşamdı çünkü. Tek derdimiz, başkana edilen küfürlerdi çok şükür onu da çözdük.
Efendiler,
Çok afedersiniz ama birileri bizi fena halde düdüklüyor. Onlar düdükledikçe can havliyle bağırmak istiyoruz, kafamıza da poşet geçiriyorlar. Türkiye'de futbol ve tribün söz konusu olduğunda müthiş bir orta oyunu oynanıyor ve biz bunu izlemeye mahkum bırakılıyoruz. Buradan pek muhterem yetkililere sormak lazım, malum küfürlü maç öncesi 20 gün önce tribünlerde yaşananlar ayan beyan ortadayken neredeydiniz?
Bu ülkede, ismini herkesin bildiği bir ahlaksız, para karşılığı Beşiktaş tribünlerine adam soktu. Yönetime protesto geleceği tahmin edilen bütün noktalarda konuşlanan bu paralı adamlar, çoluk çocuk kadın demeden "sade" tarafatrın üstüne hücum etti. Tuğrul Yenidoğan bir hafta boyunca bu görüntüleri medyaya aktardı. Ortada bir tribün bölünmüşlüğü, fikir ayrılığı yoktu. Beşiktaş ile hiçbir alakası olmayan adamlar bu tribünlere özel olarak sokuldu. Sokaktan çevrilen yüz taraftarın doksan dokuzunun duyduğunda kalp krizi geçirmesine sebep olacak iğrenç bir pankart açıldı. Çifte kupayı unutma, vefasızlık yapma dendi bu taraftara. Tribüne bilet parasını verip giren adama aba altından sopa gösterildi. Bağırmayacaksın, tepki göstermeyeceksin dendi. Bu iğrenç görüntüler yaşanırken, faillerin ne bok yediği envai çeşit kamera görüntüsüyle ortaya dökülmüşken İstanbul Emniyeti neredeydi?
Ağzını açmayan, harekete geçmeyen yetkililer, yüzlerce taraftarın toplum önünde dayak yemesini sineye çekenler, şimdi gitmiş düğmeye basıyor. Neymiş? Başkana küfredilmiş. Küfrü geçtim dayak vardı diyorum dayak. Parayla tutulmuş adamlar birilerine dayak attı diyorum duyuyor musunuz? Sağır mısınız?
30 küsür kişi ceza aldı sorun çözüldü. Niye? Başkana küfredildi. 300 kişi dayak yedi görmezden gelindi. Niye? Beşiktaş'ın başkanı iyi aile çocuğu ama taraftar o çocuğu da ondan...