.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Süleyman Seba'ya Kimler Küfretti?

Bugün medyanın olayları ele alırken kullandığı temel argüman; "Bunlar Seba'yı da böyle göndermişlerdi." Seba'ya küfürlü tezahürat yapılan dönemde Yıldırım Demiören örneğinde olduğu gibi bir tribün konsensusu olmuş muydu, bu fitili ateşleyen bazı gruplar var mıydı? Bir bildiğim, bir ima isteğim yok. Sadece ve sadece soruyorum. Bunları konuşalım biraz.
6 Ekim 2009 Salı

Hikmet Çetin

Başkanlık seçimi ve sonrasına yönelik olarak bizi ciddi bir kaosun beklediğini, tablonun çok karamsar olduğunu önceki yazılarımda çoğu kez ifade etmiştim. Bugünkü gelişmelerden sonra az da olsa bir umut ışığının yansıdığını görüyorum... Bugün Radyospor'un programına katılan Hikmet Çetin, Süleyman Seba ile görüştüğünü ve başkanlık konusunda destek aldığını belirtti. Murat Aksu'nun da Çetin'in adaylığı resmileştiği an destek vereceği söyleniyor. Hikmet Çetin akil adamdır. Bu buhrandan bizi çıkaracak sayılı adamlardan biridir. Duruşıyla, geçmişiyle, karakteriyle tam aradığımız bir başkan profili. Yalnız bu noktada sadece Hikmet Çetin'in başkan adayı olması işleri çözmeye yetmiyor. Birincisi, çok sağlam bir ekip kurması gerek. Sağlamlıktan kasıt kongre seçimi değil elbette. Cebi dolu, aklı başında çok kişiye ihtiyaç duyulacak. Ve bu işlerin de ödün vermeden, taviz vermeden gerçekleştirilmesi gerekiyor. İkincisi, Hikmet Çetin kimseye yaranacak, kulis yapacak bir yapıda değil. Bu işi hakkıyla yapabilecek adamlar lazım. Dernek dernek gezerek, kongre üyeleriyle birebir görüşmek gerekiyor. Bunu yapabilecekler mi orası da muamma. Demirören'in 2010 seçimindeki en büyük kozu "kazanılmış" görülen kongre üyeleri. Geçen seçimde yaşananlar daha taptaze gözümüzün önünde duruyor. Çok adaylı bir seçimde kepazeliklerin hangi noktalara ulaşacağını şimdiden hesaba katmak gerekiyor. Nevzat Demir, Rahmi Koç gibi isimlerin desteği alınırsa Hikmet Çetin'in başkan olması hayal değil. Belki yine beş yılda bir şampiyon olacağız, sportif anlamda hüsranlar yaşayacağız, elalem yıldızlar alırken biz başımızı eğeceğiz ama sonuçta kendi adıma söyleyeyim, eski günlere dönüş ile birlikte ben geceleri kafamı yastığa huzurla koyacağım...

Kulüp İçi Demokrasi

Önce İzleyin Link Geçen hafta sonu olayların içindeki şahısların Beşiktaş genel kurullarında da hangi faaliyetler içinde oldukları ortada. Hem de açık-seçik ortada. O gün stadyumda sana-bana saldıranlar kongrede de aynı işi organize ediyorlar. Neden etmesinler? Bugün Şaşkınlar Kurulu dahil, Beşiktaş'ın ağır topları açıklamalar yapıyor. Beşiktaş'ta yönetimler böyle gelip gitmemeli, genel kurul kullanılmalı diye söz birliği yapmış durumdalar. Bu adamların hepsi benden yaşça büyük, tecrübeleri fazla ve Beşiktaş kulübüne yakınlıkları da benden fazla. Kulübün içini dışını benden iyi bilen adamlar. Peki ben Beşiktaş kulübünde demokrasi anlayışının yerleşik olmadığını görüyorum da bu adamlar neden görmüyorlar? Beşiktaş'ta Demokrasi Yok Medya ağız birliği etmiş taraftarı suçluyor. Seçimde gereken yapılır diyor. Siz kör-sağır olabilirsiniz ama biz değiliz ve olmayacağız. Mali genel kurulda demokrasi vardı da biz mi bilmiyoruz. Taraftarın kendini ifade edebilecek başka yeri mi kalmıştı? Tribünde aynı terör, genel kurulda aynı terör. Demirören 2000 oyla milyonlarca taraftarı olan bir kulübü nasıl sağlıklı yönetebilir? Mali Genel Kurullarda yaşanan abukluklar neyin nesidir? Beşiktaş kongre üyelerinden neden sadece 7'si yönetimi ibra etmeme cesaretini gösterebiliyorlar? Orada olup biteni biri bizi ciddiye alıp açıklayabilir mi? Orada Neler Oluyor? Beşiktaş'ta ibra neden bir gelenektir? Gelenek diyip ibra yolunu kapatacaksınız, tek ses diyip tribünün sesini kısacaksınız, seçimlerde de her türlü tehdit, baskı ve düzenbazlığı yapıp kendinizi meşru kılacaksınız. Bu işin içinde olan medya mensubunun da, yöneticisinin de, eski yöneticisinin de, abisinin de, ablasının da... Kişiler değil bizim sorunumuz, Beşiktaş'ı bu mafya düzeninden kurtarmak her Beşiktaş'lıyım diyenin birinci vazifesidir bundan gayrı.

Şaşkınlar Kurulu

Beşiktaş Divan Kurulu Başkanlığı, Disiplin Kurulu Başkanlığı, Denetleme Kurulu Başkanlığı, Seçme ve Sicil Kurulu Başkanlığı, Tarih ve Müze Kurulu Başkanlığı bugün Akaretler’deki Kulüp binasında bir araya gelerek, son günlerde yaşanan olaylarla ilgili basın toplantısı düzenlemiş. Basın açıklamasını Divan Kurulu Başkanı Yalçın Karadeniz yapmış. Açıklamada dikkat çeken bazı şeyler var: Açıklama: Taraftarlar Beşiktaş'ın 12. gücüdür ve takımın maçları almasında büyük katkıları vardır. Yapılan protestolar futbolcularımız için de sürpriz olmuştur ve onlara tesiri büyüktür. Tüm taraftarların aklı selim içinde takımın iyiye gitmesi için desteklerini sürdürmesi gerekir. Cevap: Dünkü maçta ortaya konmaya çalışılan ve bazı gruplar tarafından engellenen, saf sevgisinden başka menfaat ilişkisi bulunmayan bazı taraftarların tartaklanmasına sebep olan protesto, sürpriz değildir. Çıkar ilişkisi içinde bulunmayan Beşiktaş taraftarı artık sportif başarıyı bile önemsemez hale gelmiştir. Bu yönetimin en kısa zamanda istifa etmesi tek gaye ve amaç haline gelmiştir. Açıklama: BJK İnönü Stadı’nda son oynadığımız Denizlispor karşılaşmasında da tribünlerin görüntüsü, tavrı ve davranışları, Beşiktaşlı’yım diyenin Beşiktaşlı’yla kavga etmesi 106 yıllık Beşiktaş Kulübü’ne hiç bir şekilde yakışmamıştır. Cevap: Beşiktaşlı Beşiktaşlı ile kavga etmemiştir. Protesto etme hakkını kullanmak isteyen taraftar, yönetim veya yönetim yanlısı kişiler tarafından oluşturulan gruplar -üzerinde Beşiktaş atkısı, forması hatta şapkası bile olmayan- tarafından tokatlanmış, yumruklanmış kısacası dayak yemiştir. Bu kulübün bünyesinde bulunan Denetleme ve Disiplin Kurulu'nun asli görevi, Denizlispor maçına sokulan bu grupları teşhis etmektir. Arkalarında yer alan gücün ortaya çıkarılması en önemli vazifedir. Açıklama: BJK İnönü Stadı’nda son oynadığımız Denizlispor karşılaşmasında da tribünlerin görüntüsü, tavrı ve davranışları, Beşiktaşlı’yım diyenin Beşiktaşlı’yla kavga etmesi 106 yıllık Beşiktaş Kulübü’ne hiç bir şekilde yakışmamıştır. Cevap: 5 yıldır hüküm süren, taraftara olmadık cefa çektiren Yıldırım Demirören yönetiminin mali tablolarına, absürd kararlarına karşı çıkmamak Beşiktaşlılık ile bağdaşıyor mu? Muhalaefetsizlik kadar bu kulübün bu hale gelmesinde bu kurulda görev yapan kişilerin de kabahati vardır. Her atılmayan adım, her oynanan üç maymun oyunu bu kurullara ve kurulları temsil eden şahıslara yakışmamaktadır. Açıklama: Sonuç olarak; herkes görev ve sorumluluğunun bilincinde olmalı, Beşiktaşımız’ın birlik ve beraberliğe “etle tırnak” olmaya ihtiyacı olduğu bugünlerde kol kırılıp yen içinde kalmalı, her şeyin çözülebileceği bir hukuki platform olduğu, rüzgar ekenlerin de kısa sürede fırtına biçecekleri akıllardan çıkartılmamalıdır. Cevap: Kol kırılıp yen içinde kaldıkça, her şey daha boktan hale gelmektedir. Kulübün 106 yıllık tarihi her geçen gün eriyip gitmektedir. Rüzgar bile ekmekten aciz kurul yetkililerine duyurulur... Bugünden itibaren bu kurulların adı, Şaşkınlar Kuruludur...
5 Ekim 2009 Pazartesi

çArşı vs çarşı

Taraftarın yönetimi protesto etmesi denince; İbrahim Altınsay'ın 'Asi Ruh' belgeselinde söyledikleri geliyor aklıma. Yönetim protesto etmek, yönetim değiştirmek, başkan indirmek taraftarın işi değildir, bu sağlıksız bir yapı ortaya çıkarır diyordu. Haklı olduğunu 10 senedir görüyoruz. Taraftar yönetimi protesto ettiği andan itibaren, taraftara misyon yüklenmeye başlıyor. Peki o zaman niye şimdi istifa istemiyorsunuz? Protestonun sonunda gelen istifa dahi tribünün baş aktörlerini yoruyor, hırpalıyor. Tribünün dinamiklerini bozuyor. Bunu biliyoruz. Çok uzatmamak istiyorum. Bir süredir Alen'lerin Demirören'i protesto etmeye gönüllü olmadıklarını, hatta Harun'un açıktan destek verdiğini görüyorduk. Ama bir yandan da, 4 sene önce dahi, yani Demirören yeniyken, Alen ve Cem'in; 'muhalefet ortaya çıkmalı, harcanan paraların hesabını biz soramıyoruz, onlar sormalı' dediklerini de.. Veya defalarca tribünde patlayan istifa isyanına yol verdiklerini de gördük. 5 seneyi Demirören gitsin-gitmesin çekişmesiyle geçirdi bu tribün. Bu 5 sene içinde kapalı tribünden, kapalı kutu'nun da (yani satılmışlıkla suçlanan grup) katıldığı Demirören protestoları dinledik. Bunların her biri olaylı oldu. Gerçek bir muhalefet olsaydı o olaylardan hemen sonra, bu kulübü ve tribünleri bu hale düşürenlerden hesap soracağız deme fırsatına sahipti. İlk olarak onlar kapadı gözlerini bizim tribünde çektiğimiz çileye. Bir tribün grubu, bu Çarşı da olsa, kongrede geliyoruz diyen bir muhalefet olmadığı sürece başkan indiremez. Tribün grubu sadece rahatsızlığı belli eder, ortamı hazırlar. Hatta ne olur? Bundan 1 hafta önce yazmıştım. Tribünün amigoları gözaltına alınır. İlk fırsatta stada girişleri yasaklanır. Çünkü ertesi hafta tribünde Emniyet müdürü ve vali ile kolkola maç izleyecek olan başkandır. O da yetmez demiştim; tribüne Erdem Fora gibi 3-4 adam salınır. Bu adamların hepsinin arkasında 50 kişi var. Denir ki; bak bu kapalı tribün senin olacak. Ama önce şu Alen'i, Cem'i, Hakan'ı indirin ordan. Verirsin 200 bilet, her maç kavga çıkar, tribün karışır. Basına da haber olur; rant kavgası. Ayhan, Alen ve etrafındakiler bunu çok iyi biliyorlar. Yetmezmiş gibi zaten üzerlerinde 6-7 senedir Erdem Fora denen kiralık katillikten sabıkalı adamın baskısı var. Herkesin eli tetikte bekliyor Alen'i ordan indirmek için. Geçen sene başında her maç setin üzerine saldırı oldu. Yönetim protestosu Alen'lerin kontrolünde olduğu an bilet kesilir. Ben bunları dedikten bir kaç gün sonra Denizli maçında yemlenmiş grupların, üzerlerinde karagümrük formaları, karşıyaka atkılarıyla kadın, çoluk, çocuk demeden istifa isteyenlere nasıl saldırdığını gördük. Ama insanlara bu da yetmedi, yine Alen satılmış dendi. 75. dakikada yönetim protestosuna tamamıyla yol veren, maçın başında yönetimi protesto etmeyeceksiniz diyenlere rest çektiği için saldırıya uğrayan, karagümrüklü çete çocuklarının boğaz kesme işaretlerine maruz kalan Cem, Alen gibi isimler yine satılmışlıkla suçlandı. Bu adamların çoğunun nasıl yaşadığını, neyle geçindiğini gıdım bilmeyen, kendi tahminleriyle, antu'daki yalancılarla veya basından okudukları 2-3 üfürükle yönetimden yemleniyorlar diyenler dolu ortalık. Bugüne dek bu adamların yönetimden yemlendiğine dek tek bir kanıt veya şahit bulan var mıdır? Peki öyle olmadığına birebir şahit olan ve kesinlikle temin eden insanları niye dinlemezler? Bu insanlar da Cem'den mi yemleniyor; yönetimden rant sağlamıyorlar demek için? Peki bu işin sonu nereye varır? Tribünde o abi dene kişileri tanıyanlar bilir; Alen misal bildiğin şeker bir adamdır. Yönetimi protesto etmiyoruz dediği dönemde de, 'protesto yok, lütfen'den öteye gitmezdi tavrı. Küfürü durduramayınca off be diye elini alnına koyar güler. İsim vermeyeyim, simaen bilip de, ismini bilmeyenler de anlasın; yanında beyaz saçlı adamlar var hani, genç ama beyaz saçlı. Birinin saçı uzun hatta. Kapalıya geldikleri an insanlar önlerini ilikler, yol açar. Ama maç günü dahi bu adamları Beşiktaş'ta tek başlarına bir kaldırıma çömmüş, birini beklerken görebilirsiniz. Gözlüklü temiz yüzlü bir adam var. 80lerden beri tribün efsanesi, otobüste karşılaşırsınız mesela onla. Daha 20 yaşındasınızdır, selam edersiniz başınızla, gel der yanıma, başlar anlatmaya. Kendince tavsiye verir, doğru Beşiktaşlı nasıl olur diye, sürekli gülümseyerek. Bir abisi vardır bu tribünün, panzere açar kollarını, siper eder kendini gözünü karatır. Ama konuşmaya başladığı zaman heyecanı hala gözlerinden okunur. Sevinci çocuk gibidir bunların. Heyecanları bizden bile daha komplekssizdir. Aabi, abii diye geziniyor ya millet, bunlar hakikaten güzel abilerdir. En önemlisi Beşiktaş semtinin çocuklarıdır. Beşiktaşlıdır bunlar. Bu işin sonu nereye varır demiştim.. Karşı tarafta bekleyen boğazlı kazaklı, siyah ceketli, kirli sakallı.. ama en fenası pis bakışlı adamlar var. Maç önceleri etrafında 15-20 kişi toplamadan gezinmeyi kendine hakaret gören adamlar. Adları hep adi işlere, çek-senet işlerine, cinayetlere karışmış adamlar. Çarşı'nın a'sını değiştireceğiz diyen, Gündoğdu marşı söylenmeyecek diyen adamlar. Yönetimden yol alıp çoluk çocuk demeden insanlara saldıran, kapalı tribüne kara günleri yaşatanlar. Bu adamlar tabi ki sözlükte, blogda, forumlarda yazılanlar sayesinde almayacak o tribünü. Ama olur da, söylemeye çekiniyorum, o kapalı tribünü bu adamlar alırsa, sete çıktıkları an bozkurtla selamlayacaklar adamlarını. Herhangi bir maçın herhangi bir dakikasında en şoven sloganlar yükselecek kapalıdan. Bağırın diye tükürükler saçılacak, sevmedikleri insanlar tonla sopa yiyecek. İşte o gün Kapalı tribün bitmiş olacak. Biz ise geçmişe dönüp, Alen'ler yönetimden nemalanıyordu, o yüzden Demirören'i protesto etmiyorlardı mı diyeceğiz bilmem. Ben kendi adıma o stada gittiğim her gün, stadın önünde bu karagümrük formalı, karşıyaka atkılı, siyah ceketli adamları gördüğüm ama tribünde setin üstünü bu adamların alamadığı her gün, Köyiçi'nde gözlerinin içi gülen o heyecanlı abileri gördüğüm her gün, dünyanın en güzel atmosferinin yaratıldığı, en güzel bestelerin patladığı her gün, böyle bir tribünü yarattıkları için; tribünün bu adamlardan uzak güzel kalmasını sağladıkları her gün, bu mafyözlerin kapalıda boru öttüremedikleri ve de yumruğu havaya kaldırıp, Gündoğdu marşının bağırdığımız her gün.. bu yönetimden rantlanıyor denen adamlara teşekkür edeceğim. Gün ola ki kendi semti ile Beşiktaş semtini karıştırmış bu adamlar tribünü alırsa, şimdi Çarşı'nın kurucularına iftira atan herkesi yeni tribün 'reis'leriyle övünmeye davet edeceğim.

Neler Oluyor Bize?

Tribünde çarşı dediğimiz grup, aslen sette amigoluğunu Alen'in yaptığı ama onun yanında söz sahibi olan Ayhan Güner gibi Cem Yakışkan gibi pek çok ileri gelen ismin oluşturduğu bir çekirdek abiler grubu ve kapalı tribünde maç seyreden insanların onlar tarafından organize edilmesiyle oluşur. Bunun dışında kalan, çarşı bir ruhtur, uçar kaçar vesaire şeyler işin romantik gaz tarafıdır. Beşiktaş tribünlerinde farklı fraksiyonlar eskiden beri vardır. Peki Çarşı'nın yönetim protestosu olaylarındaki yeri nedir? Çarşı birkaç senedir tribünde maç esnasında yönetim aleyhine bir tezahürattan kaçınmaktadır. Bunun "maç esnasında takıma destek olmak gerekir, yönetim değiştirmek tribünün görevi olmasın, o işler kongrede yapılsın" altyapısındaki söylem samimiyetine inanıp inanmamak sizin şahsi kararınız olacaktır. Buna inanmayıp yönetim tarafından menfaat karşılığında ses çıkarmadıklarına inanıp bunu iddia etmek gene sizin bileceğiniz bir iş olacağı gibi, bu ithamların muhattabı insanların kim olduğunu ve onları neyle suçladığınızı tekrar düşünmenizi sadece tavsiye edebilirim. Peki bu son yaşanan olaylar? Bu sezon üst üste gelen başarısızlıklardan, yapılan transfer abukluklarından, yöneticilerin garip açıklamalarından, bir anda lige havlu atmanın eşiğine gelinen Kayseri maçının son anlarından itibaren tribünde artık bardağın taştığını gördük. Setinde gene Alen’in olduğu kapalı tribün, bütün yönetim aleyhine olan tezahüratlarda vardı. Hatta sanıyorum Antepe başkan olsana tezahüratı ilk olarak direkt kutudan yükseldi. Burada Yıldırım Demirören ilk kıvılcımı görmüştü. Ve Cska maçında gelen mağlubiyetin ardından İnönü'de başına gelecekleri biliyordu. Şimdi burada bir durup biraz geçmişe dönelim. 2008 yılında Çarşı fesih açıklaması yaptıktan sonra tribünlerde söz sahibi olmak iddiasıyla kendilerine “A Takımı” diyen bir grup ortaya çıktı. Elbette bu insanlarda tribünün içinden gelen insanlardı ama söylemlerindeki asabiyet ve öne çıkan ismin “Erdem Fora” olması kafalarda soru işaretleri yarattı. Niyetleri Çarşı’dan yönetimi devir teslimle devralmaktı ama Çarşı kendini feshedince gazetelerde enteresan demeçler vermeye başladılar. Çarşı’nın, anarşizmin a’sı artık olmayacak bu demeçlerin en nadide örneklerinden birisidir mesela. Daha sonra bildiğimiz gibi Çarşı tribünlere dönüş açıklaması yaptı. A Takımı’da bundan sonra şöyle olacak böyle olacak söylemlerini biraz rafa kaldırmak durumunda kaldı. Ancak Alen’lere karşı artık açıktan tepkiliydiler. Bunun örneğini geçen sezonun başında kapalı tribünde üst ortada yer alan a’sı o bilip sevdiğimiz anarşizmin a’sı olan Çarşı pankartının indirilmesi ve sete Alen’in çıkabilmek için mücadele etmesi gereken o anlardan hatırlayabiliriz. Tribünde artık açıkça bir güç ayrılığı oluşuyordu. Ve nihayet gelelim Denizlispor maçına. Bu maçta tribünde protesto olacağı ve Çarşı’nında artık buna engel olmayacağı belliydi. Zannediyorum Alen’ler maçın 75.dakikasına kadar takımı destekleyecek, 75. Dakikadan itibarende yönetim aleyhine bir protesto başlatacaklardı. Ancak bunun organizasyonu yapabilecek sabır kimsede kalmadığı için daha maçın başında protestolar başladı. Ve protestolarla birlikte saldırılar. Ayan beyan, resmen, yönetim tarafından birisi veya birileri tarafından tribüne bir grup alınmış, kapalı üst ve alt arasındaki kapılar açtırılmış ve bu insanlar protestocuları sindirmek, dövmek, susturmak için aşağılık bir şekilde azmettirilmiştir. Bir defa bu resmen bir suçtur. Bunu bize yaşatanların istifa tezahüratlarında alaycı gülümsemelerle alkış tuttuklarını görmek insanı çileden çıkartıyor. Ancak bunun yanında tribünde akılları karıştıran olay, Çarşı kendi organizasyonu için insanları maç başında protestodan uzak tutup 75. Dakikayı beklemeye çalışırken aynı zamanda diğer grupta kendi organizasyonu için insanları susturmaya çalışıyordu. Benim şahsi görüşümce burada yapılan yanlış, insanların protestoyu beklemeye niyetinin olmadığını gören Çarşı’nın 75. Dakika organizasyonunu ivedi bir kararla iptal edip duruma ayak uydurup gerekeni yapmaması oldu. Sonra zaten sahaya sırt dönmeler, istifa tezahüratları son 15 dakika yoğun yapıldı. Mutlaka bu dinamikler arasında bilmediğimiz, duymadığımız, görmediğimiz olaylar cereyan etmektedir. Ancak benim olayları okuyuşum bu şekilde. Son olarak Cem Yakışkan’ın geçen sene verdiği röportajda söylediği şu sözleri paylaşmak istedim; "...benim kurşun yaram var, bıçak yaram var. ama bizi kalemleriyle vurdular. ‘satılmış çarşı’ diye yazdılar. o tribün benim başıma yıkıldı. bağırıyoruz muhalif oluyoruz; bağırmıyoruz iktidarın adamı oluyoruz. halbuki başka bir şey çarşı. mesela gecenin ikisinde polis arar beni. beşiktaşlı çocuklar barbaros’ta olay çıkardı diye. çoluğumuzu çocuğumuzu bırakıp gideriz. böyle bir sorumluluğumuz var çünkü. Ayhan’ın kapısı çalınır, çocuğun biri parasız kalmış, diyelim ki ankara’ya dönemiyor. sabaha karşı onu yolcu eder. böyle bir şeydi..”

Babaya Manifesto

Bundan tam bir yıl önce, 8 Ekim günü Mustafa Denizli tesislerden içeri adımını atmıştı. Aynı günün sabahı Türk spor medyasının en değerli isimlerinden biri olan Attila Gökçe, şahsi kanaatimce spor gazeteciliğine örnek gösterilebilecek, ders niteliğinde bir yazı ile okurlarının karşısına çıktı. O öyle bir yazıydı ki Mustafa Denizli'nin hocalığa getirilmesi haberiyle çakışmasa çok daha büyük bir gündem yaratabilirdi. Hafiften duygusal yakınmalar içeren ama özüne baktığınızda milyonlarca Beşiktaşlı'nın derdine, duygusuna tercüman olan bir yazıydı bu. Öncelikle o yazıya bir daha bakalım: Del Bosque’yi gönderdiler... Futbolu bilmediğini, Beşiktaş’ı çözemediğini, başarı gösteremediğini söyleyerek... Deve yüküyle (7,5 milyon Euro) tazminat ödeyerek hem de! Rıza Çalımbay’ı getirdiler. Futbola gözlerini 12 yaşında Beşiktaş’ta açan, kaptanlıkta Hakkı Yeten karizmasını tekrarlayan Rıza Hoca, sevgisini rehber edindi. Gözünü kırpmadan, pazarlık etmeden geldi... Öz yuvasına kapıkulu gibi hizmet etmeye çalıştı. O’nun da başını yediler. Hem de kabul etmedikleri istifa kararından birkaç gün sonra... Gerçek gücün (!) kendilerinde olduğunu göstererek kovdular! Jean Tigana da yaranamadı bunlara... Adam iki kez Türkiye Kupası kazandırdı, görgüsüzce işgal edilmiş Kupa podyumunda kendine yer bulamadı. Bir tek kıçına teneke bağlamadıkları kaldı kovarken! Ertuğrul Sağlam, geçen sezonun başında iyi bir proje olarak herkesi yanılgıya düşürdü. Sanıldı ki Beşiktaş yönetimi artık akıllanmış ve toparlanmıştır... Kalıcı, uzun vadeli bir çalışma ile yerinden oynayan anlayışlar, çivisi çıkan iskeletler yeniden kurulur ve Beşiktaş, aradığı doğru yolu bulur! Hayır, O’nu da yediler... Tepeden bakan Bonapart kültür, hiç kimseyi dinlemeden, hiçbir şeyi ciddiye almadan, her yıl yeni yeni turşular kurarak, Beşiktaş geleneklerini iyice soyutlayarak duruş muruş, her şeyi buruş buruş edip soldurarak Ertuğrul Sağlam’ı da kovmayı koydu kafasına... Ama bu defa o ruhu teslim alamadı. Ertuğrul Hoca gitti... Bastı istifayı, adam gibi başladığı işi adam gibi bitirdi. Kimsenin kuşkusu olmasın... Kendi medyaları, kendi kurulmuş kalemleri, kendi cılkı çıkmış adam(!)larıyla bu komediye devam edecekler. Hayır, Ertuğrul Sağlam’ın giderayak bıraktığı o “sağlam” taş aynaya bakmaya da yüzleri ve cesaretleri olmayacak. Zengin ailenin tembel ve meraksız, hoyrat ve şımarık çocuğu kendine şimdi ithal ya da yerli yeni bir oyuncak bulacak. Sinan Engin de yeni gelene kefil(!) olacak... El bebek gül bebek, o oyuncağı da bozup bir köşeye fırlatana dek oynamaya devam edecekler. Oyuncak kırıp dökerken bir şeyler öğrenme çağları çoktan geride kaldığı; para, şöhret ve statü sahibi olduklarından eğitilemez pozisyona geçtikleri için hayatı da sporu da hiç anlamadan Beşiktaş’ı tüketecekler... Bugüne kadar federasyonlara kılıç çeken, sonra biat eden onlardı. Sponsorlara bile kapıyı göstermekten hiç gocunmadılar... Genç takımla protest maç onbirleri belirlediler, sonra o lafları hep birlikte yuttular. Yeni stat masallarıyla gündem değiştirmeye çalıştılar, olmadı. İnönü Stadı’nın boş duvarlarına reklam bile bulamadılar, yıllardır. Hiçbir eleştiriden ders çıkarmadılar. Hiçbir uyarıyı ciddiye almadılar. Beşiktaş’ı perişan etmekten asla yorulmadılar. Arada kişisel ihtirasları ve kapı arkası pazarlıklarıyla yayıncıları da birbirine düşürüp kaldırım kurnazlıkları da sergilediler. Beşiktaş’ın asırlık mirasını böldüler, çözdüler, kirlettiler, tükettiler. Ertuğrul Sağlam, bunlara asla teslim olmadı. O postu kimseye vermeden bastı gitti. Hoca değerlerinden vazgeçmedi... Bunlar da ihtiraslarından... ...Nur içinde yatsın, Kazım Kanat sağ olsa, tepesi atar, bunlara şapkayı ters giydirirdi. Her neyse... Bunlara ve Sinan Engin’e ben bir şey demeyeceğim artık. Bildiklerini yapsınlar. Kırk yıllık dostuma sesleneceğim. Erdoğan Bey’e... Oğlunun reşit olduğunu ben de biliyorum... Yasal olarak elbette her türlü kararı kendi verir. Ne yapacağını kendi bilir. Sayın Baba Demirören, Beşiktaş’ta vicdanların sesini dinlemeyen, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ciddiye almayan oğlunu çağır... Babalık hakkını kullan... Artık oyunun bittiğini söyle. Bu zavallı Lale Devri’ni sona erdir... Aileye yük olmadan, Beşiktaş’a daha da fazla dertler açmadan bu dönemi bitir! Beşiktaş aşkına... Allah aşkına! Değerli Ekşi Beşiktaş Ailesi, Bir önerim var. Bir şekilde bir yerden Erdoğan Demirören'e ulaşabileceğimiz bir mail adresi, faks numarası...vs bulalım. Kırmızı renkle belirlediğim yeri topluca kendisine ulaştıralım. Ciddi bir rakama ulaşırsak ses getirebileceğimiz kanaatindeyim. Görüşlerinizi bekliyorum...

Helal Olsun

Şu pankartı açan-tutan herkese selam olsun. Başkanın adamlarının dört bir yanını tuttukları numaralı tribünde İstiklal Marşı sırasında bu pankartı, hadi onu geçtim herhangi bir pankartı açmak yürek ister, Beşiktaş sevgisi ister. Zaten başına gelecekleri tahmin edip yapmışlardır ki tahmin ettikleri de başlarına geldi. Buradan teşekkür etmek neye yarar bilemiyorum ama cesaretlerinden dolayı kutlamadan edemiyorum...
4 Ekim 2009 Pazar

Beşiktaş Kongre Üyeleri Taraftarı Ne Ölçüde Temsil Ediyor?

Şimdilerde aklıma takılan mevzu budur. Kulubün kongrelerinde oy veren insanlar taraftarın tümünü temsil eden bir kitle midir? O kongrelerde tribünün ve kalabalıkların fikirleri ne kadar temsil edilebiliyor? Neye göre seçiliyorlar? Kimi temsil ediyorlar?
Ben bilmiyorum, bilenler eteklerindeki taşları dökerlerse sevinirim. Bir de Demirören'in seçildiği kongreyi basan adamların olduğu bir haberin videosu vardı. Dün tribünlerdeki olaylar üzerine bunları da hatırlamak iyi gelir. Bulabilen linklerse sevinirim.
Bu adi virüsü vücuttan atmak için tribünde el sallamaktan daha hazırlıklı olmak gerek. Tribünün onayını alamayan başkan bu takımın başında duramaz. O onayı şiddetle aldırmak isteyenler bu kongreyi de basabilir. Aynı rezaletler devam edebilir. O güne kadar hangi mikropla mücadele edildiğini bir ortaya koyalım ki insanlar kimin ne olduğunu iyi görmüş olsunlar.

2 Kupayı Unutma Vefasızlık Yapma!

Bu pankart tribünde bugün artık sayılarının sadece 200-300 civarında olduğu netleşmiş grubun açtığı ısmarlama bir paçavra...Gecenin özeti...
Beşiktaş tribünleri her yerde yazılıp çizildiği gibi ikiye falan bölünmedi. Örneğin ekmeği ya ikiye bölersiniz ve birbirine yakın büyüklükte iki eş parça elde edersiniz, ya da köşesini koparırsınız ve o zaman buna "ekmeği böldüm" değil, ekmeği kopardım dersiniz... Beşiktaş tribününde bugün itibariyle "kopan" 300 kişi yönetiminden memnun, kalan 15,000 kişiden stadda kalabilenler ise değil.
Stadda kalabilenler demişken, Jessie'den ve arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla benim yetişemediğim dakikalarda Numaralı'da "Yeter Demirören" pankartı açan arkadaşlar staddan çıkarılmış. Muhtemelen Fenerbahçe'de olduğu gibi kombineleri de iptal edilecektir. Tepkilerini takip edeceğiz.
Herkesin katılmadığı bir tane tezahürat dışında 15300-300 kişilik grup muazzam reaksiyon verdiler. Golden sonra da, ipini koparanlar üstlerine yürüdüğünde de adam gibi protestolarını yaptılar. Geçmişte o 300 kişinin yaptığı hatalardan kendi adlarına ders aldıklarını da ispatladılar.
Bugün Beşiktaş tribünü önemli bir sınav verdi. Bakmayın medyanın "Takımın yanında olmalıydılar" sözlerine. Benim tasvip etmediğim tek şey Rüştü'ye yapılandı. Onun dışında futbolcular ve Denizli odaklı tüm tezahüratlar 300 kişilik gruba aittir. Standart söylenmeler dışında, kimse hiç bir futbolcuya olumsuz tezahürat yapmadı. Bu sürecin tek sorumlusu futbolcular olarak gösterilmedi. Taraftarın %95'i sadece ve sadece yönetime, Demirören'e yüklendi.
Hemen belirteyim, ben Denizli'nin de sportif alanda Demirören kadar hatalı olduğunu düşünüyorum. O ayrı bir konu. Ancak büyük resimdeki problemde Denizli'nin rolünün ne kadar küçük olduğunun farkındayım. O yüzden bu tepkilerin bu aşamada yönetime dönük olması gerektiğini düşünüyorum.
Pankarta gelince, bu pankart açılana kadar protestolara katılanlardan olmadım. Önce izlemek gerektiğini düşünüyordum. Bu pankart benim gibi düşünenlerin hepsini zıvanadan çıkardı ve geceye damgasını vurdu. Bu iş böyle olmaz. Yönetimden paslanmış pankartlarla taraftarın tavrı ortaya konulmaz. Bunun adı ayıptır.

Pascal'ın Ardından...

Pascal'la bizzat tanıştıktan sonra önce şunu söylemek lazım, kim ne derse desin onu sahada izlemek zaten çok keyifliydi... Hiç bir zaman sebepsiz yere arıza çıkardığını, ya da vurdumduymazca oynadığını görmedik. Hep elinden geleni yaptı, o yüzdendir ki hala gelip "Pascal'ı sadece psikopat olduğu için seviyorsunuz" sanrısıyla dolananlar varsa yanılıyor. Bizzat, dün tanışana kadar, asıl olarak sahadaki olağanüstü yeteneği sayesinde kendisini sevdiğimi söyleyip duruyordum.
Bu vaziyet değişti, nitekim benim hep şüphe duyduğum samimiyetinden yana artık kafamda hiç bir soru işareti kalmadı. Bir kere sahanın dışına çıkınca bu adamın en önemli özelliği, söyledikleriyle yaptıklarının bir olması. Bu çok özel bir şey, bunu unutmamak lazım... Daha önemlisi, sohbetimizin neticesinde gördüğümüz en önemli şey şu; Türkiye'de iki kelimeyi bir araya getiremeyen, konuşurken söylediklerini tekrarlayıp duran, hatta üç cümle önce söylediğini dördüncü cümlesinde yalanlayan futbolcuların ve futbolcu eskilerinin yanına koyduğumuzda Nouma bir futbol filozofu gibi görünmeye başlıyor. Programın çevirisinde kaybolan onlarca şeyin dışında, Pascal o kadar ince konuları yakalayıp, onlarla ilgili öyle güzel tesbitler veriyor ki; ister istemez şaşırıyorsunuz ve bu adama bir kere daha hayran oluyorsunuz...
Dün yaptığı en önemli tesbitler şunlar olmalı:
1) Kontratında garanti paranın düşük ve gol karşılığı alacağı paranın yüksek olması durumu ve bu yüzden sahaya daha iyi futbol oynamak üzere çıkması, ailesi için para kazandığını asla unutmaması: Bugün on kadar as futbolcuna %100 garanti para veren bir kulübün on sene önceki yönetim anlayışını ortaya koyması adına çok önemli. Bu sözleri duyarken gözümün önüne ister istemez Burak Yılmaz gibi şanslarını kullanmayan örnekler geldi tabii...
2) Fulya'dan Ümraniye'ye göç: Fulya'da zor koşullar altında çalışırken, Ümraniye'nin muazzam konforuna geçiş. Fakat bu geçişle beraber hafta boyu futbolcuları motive eden, iten, yer yer korkutan ama onun görüşüne göre hep pozitif etkisi olan taraftarla olan iletişimin kaybı: Bu zaten kişisel olarak benim büyük sıkıntılara yol açtığını düşündüğüm bir problem. Benim gözümde Galatasaray'ın Florya'sı, Fenerbahçe'nin Bağdat Caddesi bu konuda önemli birer koz olarak halen ellerinde. Taraftar ve futbolcu birbirine bu kadar uzak olmamalı...
3) Takım arkadaşlarını ve tabii ki Münch'ü savunma güdüsü: Leeds maçında Mills'e attığı yumruk/tokadın sebebi olarak gösterdiği durum... "Münch zor durumdaydı ve gittim ona yardım ettim. Münch de benim arkamı kollardı, bunu yapmalısınız. Takımım benim ailemdir, eğer benim aileme dokunursanız, ben de size dokunurum. Ancak, diğer takım arkadaşlarımız benim başım dertteyken arkalarını döner ve giderlerdi..." Bu sözler zaten taraftarın yıllarca kendisini anmasının sebeplerini çok net olarak açıklıyor. Sadece güzel futbol için takım tutsaydık, gider hepimiz Barcelona'yı tutardık öyle değil mi? Sahada futbola has o "delikanlılığı" ortaya koyan önemli bir figür Nouma. Dün Kayseri maçında Ernst'i Nouma'ya benzetmeyen (hem ruh hali hem de yalnızlığı) var mı? Ferrari Tabata'nın kafasına çökmüş bağırıp çağıran Mustafa Sarp'ı tutup kenara fırlattığında hepimiz Ferrari için "Delikanlı" demedik mi? Bunlar takımı takım yapan şeyler... Pascal bunları anlatırken üslubuyla bile futbolu nasıl da yaşadığını anlatıyor.
4) Adaletsiz cezalar: Program öncesi konuştuğumuz konu. Kimler neler yaptı ancak kimse 7 ay ceza almadı. Bu yedi ay da sanırım bahsettiğimiz durumun neticesi... Döneminde, şampiyonluk yolunda, Federasyona bu ceza yolunda çanak tutan Bilgili'yi bir kez daha buradan anıyoruz...
Nouma'yı izlemek ayrı bir keyifti zaten, ancak tanışıp, içinin boş olmadığını birebir yaşamak çok daha önemliydi. Kendisini unutulmaz kılacak olan da bu sanırım.

Üç Renk: Siyah

Yeni bir konu anlatmaya başlayan öğretmenlerin çoğunun derse girizgâhları birbirine benzer, artık konu her ne ise, öğrencilere tek tek o konunun ne hatırlattığını sormakla başlanır derse. Bizim konumuz yeni değil ama hadi ben de geri kalmayayım ve sorayım, Beşiktaş deyince aklınıza ne geliyor? Son yıllarda benim aklıma travmadan başka bir şey gelmiyor pek. Teknik, taktik, ekonomik sorunlar futbolun olmazsa olmazı zaten de, işin psikolojik kısmını aşmak, işte en zor olanı.

Terapi için şöyle uzanıp, geçmişe gidersek eğer travmanın kaynağını bulmakta çok zorlanmayız. (Tabii ki bütün cümleler “bence” ortak çarpanıyla…) 25 Ocak 2004’te malum Samsun maçı ile başladı her şey. 90’ların başından sonra pek parlak bir dönem geçirmese de Beşiktaş, kendi değerlerinin ve gücünün bilincinde olarak girdi yeni yüz yılına. Ancak bir milat sayılacak olan Samsun maçı ve sonrasında yaşananlar ile erozyon başladı. Güven bunalımına giren camia, futboldaki ve kulüpteki her unsura şüphe ile yaklaşmaya başladı. Şüphe herkesi potansiyel suçlu yaptı ve potansiyel suçlular da yeni şüphelere neden oldu. Bu şüphelerin bir kısmı ile tekrar yüzleşelim isterseniz;

1- *Serdar Bilgili’nin kişisel çıkarları için şampiyonluğu sattığı iddiası, (Koskoca camiada ilk defa bir başkan böyle bir itham ile karşı karşıya kaldı.)

2- *Futbol Şubesi Sorumlusu Yıldırım Demirören’in, yönetimden ayrıldıktan sonra akrabası Haluk Ulusoy ile birlikte Bilgili’ye ve dolayısıyla Beşiktaş’a operasyon yaptığı iddiası,

3- Beşiktaş takımının o sezon sonunda bazı maçları sattığı iddiası, (Beşiktaş ismi ile ilk defa yan yana gelen bir başka itham.)

4- *Bazı Beşiktaş taraftarlarının Serdar Bilgili’yi göndermek için kışkırtıcı hareketlerde bulunduğu iddiası, (Taraftar da sonunda nasibini alıyordu şüphe yumağından.)

5- *Medyadaki bazı yazarların, bazı isimler için kalemşörlük yaptığı iddiası. (Beşiktaş kültüründe olmayan bir başka mefhumla da tanışmış olduk böylece.)

Bu gibi şüphelere bir de zaten “Olağan Şüpheliler” federasyon, hakemler, Aziz Yıldırım gibi unsurlar eklenince, Beşiktaş taraftarının bugüne yansıyan psikolojisi daha net ortaya çıkıyor. Beşiktaş taraftarı kimseye inancı kalmamış, kendi takımına güvenini kaybetmiş, artık hataya inanmayan, dolayısı ile hatalı değil suçlu arayan hasta bir profil çiziyor. Her baktığı yerde varlığından bile emin olmadığı Keyser Soze’nin suretini görüyor.

Serdar Bilgili sonrası altı yıllık Demirören döneminde bu süreç tüm hızıyla sürdü. Şüphelere yenileri eklendi. Cordoba’nın maç sattığı iddiası, Demirören’in Beşiktaş’ı satın almak için kendine borçlandırdığı iddiası, Beşiktaş başkanının Gaziantepspor başkanı ile özel ilişkileri yüzünden fahiş fiyatlarla futbolcu transfer etmesi, Çarşı’nın başkanın güdümünde olduğu vs… Ortalama bir Beşiktaşlıya düşen ise sanal platformlarda “Cadı Avı” yapmak oldu.

Gelinen noktada ne Beşiktaş başkanlık makamının bir saygınlığı kaldı, ne de Beşiktaş yönetim kurulunun. Saygınlık konusunu tam olarak açıklamak için Mehmet Topuz krizinin patlak verdiği dönemde Sayın Demirören’in Ahmet Çakar ile olan telefon görüşmesine gitmek yeterli olacaktır. O gece o programı izleyenler neler yaşandığı iyi hatırlayacaktır. Orada içerikten daha önemli olan şey ne yazık ki; Ahmet Çakar normal şartlar altında büyük takımların başkanlarına söyleyemeyeceği sözleri, Beşiktaş başkanına karşı sarf etmekten hiç çekinmedi. Çünkü karşısında ağırlığı olan, saygın bir başkan yoktu. Hitabet yeteneğinin olmaması, tez canlılıkla sözler verip, bu sözleri yerine getirememesi onu bu duruma getirmişti.

Yaptığı hatalara tek tek baktığımızda, hepsini bir şekilde açıklamak mümkün. Ancak bu kadar çok hatanın bir arada yapılması için, murphy yasalarının tüm acımasızlığını sadece Beşiktaş’a gösterdiğine de inanmak lazım. Bir zamanlar beni de içine alan paranoya kuşağı yüzünden, ben de Yıldırım Demirören’in iyi niyetinden şüphe ediyordum. Şu an için ise Demiören’in başkanlığa dair iyi niyetten başka iyi bir şey taşımadığı kanaatindeyim. Liderlik, sükûnet, hitabet yeteneği, kararlılık, ağır başlılık ve en önemlisi çevresinde iş bölümü iyi yapılmış bir ekip kurup, onları idare etmek… Bu gibi özelliklerin hiç birisine haiz olmaması, artık geleceğe dair Yıldırım Demirören ile birlikte umutlu bakma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Şu aşamadan sonra, yapacağı en iyi niyetli, hatta en doğru hamleler bile, kalabalıkların inançsızlığından dolayı doğru bir şekilde sonuçlanamaz. Futbolda başarı yönetim, teknik ekip, futbolcular ve en önemlisi taraftarlarla bütünleşmenin sayesinde geliyorsa, bugün bütünleşmenin önündeki en büyük engel ne yazık ki Yıldırım Demirören’dir.

Fakat tüm bunlara karşın, Yıldırım Demirören olmazsa her şeyin birden düzeleceğini zannetmek biraz saflık olur. İşte daha iki gün evvel Sayın Başkan yumurtalı saldırıya uğradı ve dolayısıyla Beşiktaş başkanlık makamı bir yara daha almış oldu. Asıl önemlisi, bu saldırı hemen Cadı Avcı’larınca Murat Aksu ile ilişkilendirildi ve potansiyel bir Beşiktaş başkanı daha şüphe yağmurundan ilk damlasını almış oldu ne yazık ki.

Ocak 2010’dan sonra siyah’ın beyaz’a dönmesi için en önemli koşul, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir yönetim kurulunun göreve başlaması ve artık camianın her molekülünün komplo teorilerinden, kötümserlikten arındırılmasıdır. Ondan sonrası zaten kendiliğinden gelecektir.

1 Ekim 2009 Perşembe

Bir "Unite Against Racism" Vardı, Ne Oldu Ona?

Hatta bir de "Let's Kick Racism Out of Football" vardı... Uzaktan Eto'o'ya (ulan bu isimde de kesme işareti ekleyince doğrusu nasıl olmalı bir öğrenemedik) maymun sesi çıkaranları ayıpladık, ırkçılık nedeniyle ceza alanlara uzaktan bakarak "cık cık cık" dedik.
Galiba rahattık, tuzumuz kuruydu. Siyahi futbolcularımız nispeten azdı, ve olanlar da el üstünde tutulurdu, bu yüzden bizde asla ırkçılık olamazdı. Bu bizim uzaktan bakacağımız bir dünya sorunuydu sadece.
Peki Bursa-Diyarbakır, ya da herhangi bir takım-Diyarbakır maçlarında yaşananlar nedir? Diyarbakırspor Kulübü'nün PKK ile bir bağlantısı var mıdır? Hadi diyelim DTP'yi PKK ile aynı kefeye koydun (bu da sağlıklı değil gerçi ama) kulübün DTP ile bir bağlantısı var mı? O zaman maçlarda canla başla yaptığın "PKK Dışarı!" tezahüratlarının nasıl bir sebebi olabilir? Diyarbakır'ın takımıdır, Diyarbakırlılar da Kürt kökenlidir, Kürtler de PKK'dır. Bu mudur? Bu ırkçılık değil de nedir?
Peki yurt dışında bu tip ırkçı taşkınlıklarda verilen cezalardan Futbol Federasyonu Başkanı'nın haberi yok mudur? Söz konusu başkanın görev ve sorumluluğu iki kulüp başkanını barıştırmak mıdır? Ne olur, çözer mi bu her şeyi? Diyarbakırspor bir sonraki deplasmanda aynı sorunla karşılaşmaz mı? Karşılaşırsa, onlarla da mı barıştırırsın? Bu yetmez de ceza verirsen caydırıcı olsun diye, o zaman Bursaspor'a niye ceza vermemiştin demezler mi adama?
Peki UEFA'nın olan bitenden haberi yok mudur? Bu konuda standartları yok mudur? Irkçılıkla mücadele Şampiyonlar Ligi maçlarının kenarına "Unite Against Racism" tabelaları yerleştirmekten ibaret midir?
Hee, birleşelim ırkçılığa karşı. 3 kere "Unite Against Racism" deyince, ırkçılık bitiyormuş. Diyelim o zaman, ahan da bitti....
Not: Bursaspor-Beşiktaş meselesi değil bu, insanlık meselesidir. Ben Bursaspor'u sever, ikinci takımım bellerim. Ama bu saçmalıkları Çarşı da yapsa Beşiktaş ceza almalıdır.
Bu görüşler kişisel görüşlerim olup, Blogumuzu ve diğer blog yazarlarımızı bağlamaz. Bağlarsa da belirtirler, "Bu blogda siyaset de mi okuyacaktık, cık cık cık" yorumlarına gerek yok...

Gordon Schildenfeld

Bu oyuncunun Beşiktaş'la ilişiği kaldı mı kalmadı mı net bir bilgi verene rastlamadım. Bu bir yana, Gordon kör değil miydi? Bize öyle dediler. Vedat abimizin tek falsosudur o hitap şekli, beni gerçekten üzmüştür. İyi futbolcu mu kötü futbolcu mu bilmiyorum da. kör bu çocuk demişti... Neyse efendim, kör ise Avrupa Ligi seviyesindeki bir takımda nasıl forma giyiyor, tıp ilmi o kadar ilerledi demek ki... Ali Sami Yen'de top peşinde bugün.

Bjk Tv Kapatıldı

Beşiktaş ile Galatasaray'ın resmi televizyon kanallarına RTÜK'ten kapatma yazısı geldi. 6 aylık ek sürede de lisans sorununu çözmeyen BJK TV'nin yayınına son verilirken, GS TV'nin yayın sorunu için anlaşma sağlandı. RTÜK dün gece BJK TV'ye gönderdiği uyarıyla BJK TV'nin yayınını durdurdu. GS TV ise yayınına devam ediyor. Bu TV meselesi zaten başlı başına bir abukluktu. Seçim kozu olarak kullanıldı ve belli ölçülerde de başarılı olundu. Düşünebiliyor musunuz Beşiktaş başkanlık seçimlerinde BJK TV seçim kozu olarak kullanılacak ve seçimlerden sonra da perişan halde üzerinden geçilip gidilecek. İşte yumurta atılması ne kadar sıkıntılı hadiseler olsa da bu ve bunun gibi bir çok hadise bir araya gelip o tepkinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Gerçi BJK TV'yi izleyen var mıydı bilemiyorum ama...

Dengesizlik

Yıldırım Demirören'in aracına bazı nesneler atılmış havaalanında. Lig TV'ye göre bunlar yumurta ve tekme. Görüntüler burada.
Şimdi olay şu. Beşiktaş tribünü şu zamana kadar doğru düzgün protesto yapmadı, kaç sene sessiz kaldı, adı rant olayına karıştı, Çarşı fesh olundu geri geldi vs. Tam seçim yaklaşmışken, yeni bir aday ortaya çıkmışken, bu aniden şiddeti artan protestolarda benim burnuma samimiyetsizlik kokusu geliyor.
Git "Yıldırım Demirören Yeter!" diye bağır, eyvallah. Yumurta ne? Tekme ne? Şu zamana kadar çok sabrettin de, birden mi patladın? Sabreder olduğunu göstermedin ki? Şu zamana kadar ne yaptın ki yumurta atacak raddeye geldin?
Ben tasvip etmiyorum böyle olayları. Tamamen benim görüşümdür. Belki burayı okuyup da yumurta atmayı düşünen başkası varsa ikna ederim diye yazıyorum bu yazıyı da.
Atmayın lan yumurta. Gidin adam gibi protesto organize edin.

Demirören Havaalanında Saldırıya Uğradı..!

http://www.ligtv.com.tr/VideoHaber/?r=1&hid=61917 Kulübümüz’den Açıklama 01.10.2009 15:49 Futbol Takımımız’ın Moskova deplasmanı dönüşünde Sabiha Gökçen Havaalanı’nda yaşananlar, bugün medyada “Yıldırım Demirören’e Saldırı” başlıklarıyla yayınlanmaktadır. Oysa bu çirkin saldırı; Başkanımız’ın şahsında, 106 yıllık Beşiktaş Kulübü’nün saygınlığı hiç kimse tarafından tartışılamayacak olan Başkanlık makamına yapılmıştır. Bunları yapanların Beşiktaşlı olduklarına asla inanmıyor, çirkin saldırıyı nefretle kınıyor, büyük Beşiktaş Camiası’nın bu kişileri içinde barındırmayacaklarına olan inancımızı kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunuyoruz, BEŞİKTAŞ JK

Beşiktaş'ın Golcü Sorunu Yok

Bu başlığı atarken aylar, yıllar önce yazdığım "Beşiktaş'ın stoper sorunu yok" adlı yazıyı anımsadım. Beşiktaş'ın futbol takımını yorumlarken camia olarak yaptığımız temel hata, hatayı yanlış yerlerde aramak olmuştur. Topu oyuna sokan stoper ihtiyacı, çirkin sağ bek ihtiyacı, Delgado'lu takımın başka bir "Paşa" ihtiyacı... Şimdi de golcü ihtiyacı. Gol atılamayınca golcü, gol yenince stoper değiştiren zihniyetin ürünü işte tam da böyle bir şeye tekabul ediyor. Baros'un attığı bir golde "düz" bir köşe yazarı olup, "Baros golü atarken Sivok neredeydi?" diyebilirsiniz. Ancak futbol aslında o kadar basit bir oyun değil. Sivok Ferrari'ye, Ferrari İbrahim Üzülmez'e yardıma gitmiştir. Ekrem Dağ da ters kademeye girmemişse veya oyun gereği girememişse, golü Baros atmıştır. Futbol 22 oyuncunun 11-11 olarak bölünüp bireysel olarak birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştıkları bir oyun olsa idi basketbol gibi tam saha adam adama savunma yapılıyor olurdu. Neticede savunma-hücum organizasyonlarını kaleciden forvete bir bütün halinde ele almak gerektiği çok açık. Örneğin bugün Beşiktaş'ın kalecisi Oscar Cordoba olsa idi Beşiktaş'ın topa sahip olma yüzdesi daha fazla olurdu. Topa sahip olmayı daha çok hücum yapma imkanı olarak algılasak ta, bu olayın sadece bir yönü. Topa siz sahip olursanız rakibinizin gol atmak için ihtiyacı olan topu rakibe vermemiş olursunuz. Merak etmeyin, top sizdeyken gol yemeniz mümkün değil. İşte futbolda "denge" kavramı bu yüzden bu kadar önemli. Hücum veya savunma başlı başına bir anlam ifade etmiyorlar. İyi savunmak için iyi hücum etmek, iyi hücum etmek için iyi savunmak gerekiyor. Takım gol atamıyor diye forvetleri eleştirmek ise çok açık ki işin kolaycılığı. Hemen belli tarih kesitlerinden örnekler verilir, geçen senenin son döneminde alınan galibiyetler konuşulur. Sorsan Beşiktaş geçen sene çok kötü futbol oynadı derler ama oyuncuları teker teker sor, hiçbirine de toz konduramazlar. Geçen Seneki Beşiktaş CSKA'yı Yener Miydi? Temel sorumuz şu olsun, "geçen seneki Beşiktaş dün CSKA'yı yenebilir miydi?" Ben yenemezdi tarafındayım. Beşiktaş'ın bu sezon geçen seneden daha iyi futbol oynadığını da düşünenlerdenim. Futbolda stoper ve forvetlerin bu kadar konuşuluyor olmasının nedeni takım içi arızaların bu bölgelerde açığa çıkıyor olması. Örneğin sağ bekinizde stoper kılıklı İbrahim Kaş varsa ve o kanattan anlamlı hiç bir atak gelmiyorsa forvetiniz suçlanır gol atamıyor diye. Yıllarca tek ön liberoyla çağ dışı abuk bir taktikle oynayan Beşiktaş'ta bedelleri hep stoperler ödemiştir aynı şekilde. Neticede Beşiktaş'ın bugünkü sorunu forvet oyuncuları olan Nobre ve Bobo'nun yetersizlikleri değil. Bu oyuncuların yeterlilikleri elbette tartışmaya açık ama Beşiktaş'ın gol probleminin kaynağı bu oyuncular değiller. Beşiktaş'ın başka yerlerde zayıf halkaları var ve bir iyileştirme yapılacaksa önce onlardan başlanması gereği de açık. Beşiktaş'ın forvetleri sorunların kaynağı olmamalarına rağmen sonuçların müsebbibi oluyorlarsa orada yaşananlardan ders almama, hatanın kaynağını tesbit edememe (Demirören yönetimleri hariç) durumu var demektir. Ben yanlış teshisle doğru tedavi görmedim.

Golcü de Golcü, Forvet de Forvet

Değil aslında. Beşiktaş'ın şu anki gol kısırlığında tabii ki forvetlerin formsuzluğu rol oynuyor. Ama tek neden o değil, hatta oraya odaklanmak hata olur. Şu noktada bu kavramı biraz irdelememiz lazım. Kavram dediğim, formsuzluk.
Öncelikle tarihsel bir istatistiği kenara koyalım: Beşiktaş'ın hiçbir zaman her koyduğunu oturtan, her maç üçer beşer dizen, istatistikleri alt üst eden forveti olmamıştır. 50 yıllık lig tarihinde Fenerbahçe ve Galatasaray 14'er gol kralı çıkarmışken bizim için bu rakam sadece 3, ki zaten bunların birini İlhan Mansız'ımız Arif ile paylaşmıştı. Yani öyle sezon boyu sivrilen, süper manyak golcümüz hiç olmadı ki, bunun eksikliğini birden çekmeye başlayalım.
İstatistiği derinleştirelim. Aşağıya sırasıyla sezonu, takımın en golcü oyuncusunu, o sezon Beşiktaş'ın attığı gollerin yüzde kaçını attığını, ve de oyuncu ile ligin gol kralı arasındaki gol sayısı farkını yazacağım.
2008-09 Bobo (11) %18 -9
2007-08 Holosko (15) %12 -2 *
2006-07 Bobo (11) %25 -8
2005-06 G. Güleç (8) %15 -17
2004-05 Carew (13) %18 -18
2003-04 A.Hassan (14) %21 -11
2002-03 Sergen (11) %17 -13
2001-02 İ. Mansız (21) %30 0
2000-01 Nouma (18) %26 -5
1999-00 A. Dursun (21) %28 -9
1998-99 Mehmet (13) %22 -6
1997-98 Mehmet (16) %28 -16
1996-97 Oktay (22) %25 -16
1995-96 Ertuğrul (18) %24 -7
1994-95 Ertuğrul (22) %27 -5
1993-94 Feyyaz (15) %26 -5
1992-93 Feyyaz (19) %28 -8
1991-92 Feyyaz (17) %29 -7
* Holosko ara transferde geldi, attığı gollerin 8'i V. Manisa formasıyla atılmıştı.
Şimdi buradan ne çıkar?
1. Çoğumuzun golcülüğünden çok stoperliğini hatırladığı Ertuğrul, ve de bir sezonluk patlamalarıyla gönüllerde taht kuran Mansız/Dursun/Nouma'dan (burun kıvırdığımdan değil, ama hep bir sezonda tavan yapıp sonra düştüler bu oyuncularımız) sonra golcü görevini tam anlamıyla üstlenmiş oyuncumuz yok.
2. Ligdeki gol kralıyla bizim forvet oyuncularımızın gol sayıları arasında muazzam farklar var.
3. Bu 18 sezonda, takımın en golcü oyuncusu 4.5 defa bir ortasaha oyuncusu olmuş. (Buçuk Holosko'nun garip görev tanımından kaynaklanıyor.)
Sadede gelelim. Beşiktaş'ın birkaç sezondur golcü sıkıntısı, yıllardır da übergolcü sıkıntısı var. Bu yeni bir sorun değil.
İşte burada Beşiktaş'ın hüviyeti ortaya çıkıyor. Beşiktaş, şampiyon olduğu yıllarda dahi çok gol atarak şampiyon olmadı. 58 golle şampiyon olduğumuz, altımızdaki takımın bizden 15-20 gol fazla attığı sezonlar var. (Pencereleri kapattım, üşendim şimdi tekrar aramaya hangi sezon olduğunu) İstisnai olarak 80 gol gördüğümüz 1-2 sezon var o kadar.
Diyeceğim o ki, biz zaten Nobre ile, Bobo ile, Holosko ile gol atığ şampiyon olmuyorduk, kupa almıyorduk. Bizim her elemanımız her an skora katkı yapabilecek, hücumcularımız balansını bulmuş, ortasaha ve kanat organizasyonlarıyla çalışmakta bir kimliğimiz vardı.
Sorun o kimlikte. İki tane kanat organizasyonu yaparken soğuk terler döküyor takım bu sene. Orta açıldığında içeride kimse yok. Çünkü görev tanımları belli değil, taktik belli değil, varyasyon belli değil, kafalar karışık.
Bu takımın gol atamama sebebi Nobre, Delgado, Bobo, Holosko değil. Hepsi. Ya da hiçbiri.
Hücum planımız oturduğunda Nobre'yi, Bobo'yu konuşmayı bırakacağız. Ne Nobre'nin Ömer'in kafasına nişanladığı kafa topu, ne Bobo'nun kale ağzından taça doğru yolladığı kafa vuruşu kafamıza takılacak.
Bu takım forvetini değil, hücumunu arıyor, taktiğini arıyor. Bunun yolu da bireysel formsuzluğu arttırmaktan ziyade, toplu performansı düzeltmek. En azından tarih öyle diyor.

Mücadele Eden Bir Muamma

4-3-3 dizilişinin Mustafa Denizli’nin sahaya yansıtmak istediği bir şekli var, vefakat o şekil şu an itibari ile bize neredeyse hiç bir şey veremiyor. Gerideki dörtlüyü bir kenarı bırakırsak onun önündeki 6 futbolcunun her seferinde birbirine girdiği bir hücum organizasyonumuz var. Orta sahada Tello topu alıp hızlı bir şekilde hemen önündeki Nobre’ye veriyor. Nobre’nin sırtı kaleye dönük ve topla beraber dönemiyor, daha gerideki Ernst’e veriyor, Ernst kanatlara bakıyor bindiren yok. Çünkü top bizde hücuma kalkıyoruz diye Holosko ve Nihat ceza sahasına doğru koşmaya başlamışlar. İsmail Köybaşı zaten fi tarihinden kalma bir taktikle Krasic’e adam markajı yapmaya çalışıyor. Bir kaçırıyor gol yiyoruz, markajı bırakıyor asist yapıyor. İbrahim Kaş ileri çıkmaya çalışıyor ama tek pas trafiği için tekniği çok yetersiz. Orta ve ileri 3 lü elemanlarının sakin ve akıllı bir hücum organizasyonu yapmaları mümkün görünmüyor. Rakip kapanmış beklerken bile kontraatak yaparmış gibi bir telaşla oynuyoruz. Geçen senenin ikinci yarısında ortasahada Ernst ve Cisse yanyana geriden oyunu kurarken, ileride Tello,Yusuf, Delgado, Bobo,Nobre,Holosko, Serdar Özkan rotasyonu her maç gol buluyordu. Bu sezon Tello geriye Ernst’in yanına çekildi, birde Ekrem Dağ (Fink) gitti oraya. Orta üçlü kanat akınları için fazla bindirme yapmıyor, o işi ya beklere yada ileri üçlüye bırakıyor. İleri üçlüdende Nobre her pozisyonda ortasahaya gelip sırtı dönük top istiyor. Ve orta sahamızda muazzam bir karışıklık oluşuyor. Bu sisteme birde Tabata transfer edildi. O’na da orta üçlüde görev verildi. Bu dizilişte Tabata’nın oynayabileceği hiçbir pozisyon yok. En iyi ihtimalle ileri üçlünün sağında veya solunda görev yapar. Onda da verimsiz kalır. (Bir Beşiktaş’lı olarak Tabata’dan 8 milyonluk bir verim bekliyorum haliyle) Tabi bunların yanında Delgado’nun sakatlığının geçmekte olduğunu biliyoruz. Eğer Bobo’yu satamazlarsa görünen o ki Fink takımdan gönderilecek ve işler iyice muamma olacak. Maalesef benim için Beşiktaş’ın en büyük sorunu futbolcu seçimleri veya rotasyon değil diziliş. Sezon başında kadronun iyi olduğu konusunda hemfikirdik. Kadromuz hala –en azından CSKA’yı yenecek kadar- iyi. Ancak Mustafa hocanın oynatmaya çalıştığı sisteme futbolcuların reaksiyon veremediğini görüyoruz. Yani sistemin oturması için beklememiz gerekiyorsa bunun açıklaması böyle yapılsın. Ama her maçtan sonra biz iyi oynadık onlar kazandı edebiyatıyla bu işler yürümez. Maalesef gol pozisyonu diyebileceğimiz pek çok an karambollerden oluşan anlar. Dünkü maçta 90+2'de attığımız golden önce yaptığımız iki pas, futbolun basit gerçeğidir. O pası atacak adam pası atacağı yerde, pası alacak adam pası alacağı yerde, golü atacak adamda golü atacağı yerde olacak. Onun haricinde herkesin heryerde olduğu bir sistemin herhangi bir açıklaması veya faydası yok. Bu sezon oynadığımız 90 dakikalar boyunca takımın mücadelesinden kendimizi umutlandırdık ancak hücumda ne yapmaya çalışıldığını anlayan olduğunu sanmıyorum. Futbolcuların emeğine, bizim sinirimize yazık.

İlker Yasin

Beşiktaş ilk defa maç kaybetmiyor Avrupa'da... Skandal maçlar oynadığı da oldu, daha rezil futbol oynadığı günler de... 8-0 mağlup durumdayken maç nasıl anlatılabilir ki? O ayrı bir konu....
Bir de düne bakıyorum... Ben bu izlediğim maçın böyle anlatılmasını hazmedemiyorum. Kardeşim sen tribünde Rusların arasında mı kaldın? Yabancı Basın'ın arasında tek başına mısın? Neden Aydın Doğan'ın cenaze törenini anlatıyormuşçasına üzgünsün, neden hayata ve seni oraya koyan kadere nefretle dolusun? Yemin ediyorum, ben hayatımda böyle bir şey görmedim. Bunun bir kademe üstünde, Şampiyon olmuş Beşiktaş'ın deplasmandaki Samsunspor maçını izledik. Her Beşiktaş golünde neredeyse sarsıla sarsıla ağlayacaktı Lig TV spikeri arkadaşımız... Bu, onun yanından bile geçemeyecek bir rezalet...
Beşiktaş'ın golünü anlattıktan 80-90 saniye sonra bağıra bağıra "Beşiktaş altıyüzküsur dakikadır gol atamıyor sayın seyirciler" skandalından, yayının başında çıkan garip seslerden ya da maç içinde Ferrari'ye Fabian, Sivok'a İbrahim Kaş dediği anlardan uzun uzun bahsetmeye gerek yok, sadece gülünç...
Maçın bir yerinde şöyle dedi bu şahıs; "Şampiyonlar Ligi'nde alıştığımız, izlediğimiz süratte bir maç olmadı"... E peki benim güzel kardeşim, sen hayatında böyle anlatılan bir Şampiyonlar Ligi maçı izledin mi? D-Smart'ı açınca ya da özet görüntülerde görüyoruz, maçları stüdyodan anlatan adamlar hepimizi alıp başka başka memleketlere götürüyorlar. Bakın yurt dışı anlatımlarından örnek vermiyorum. Ya da Ercan Taner'in, ki kendisi Yasin'le yakın jenerasyondur, Tobol - Galatasaray maçını nasıl anlattığından bahsetmiyorum... Aynı kurumda yayınlanan maçlardan bahsediyorum... Bir an İsrail'de maç izliyoruz, ötekinde İspanya'ya koşuyoruz... Maç anlatmasını istediğiniz ilk yirmi kişiye giremeyecek bu adamlar dahi bir şekilde maçı evimize getiriyorlar. Senin yaptığın nedir?
Beşiktaş'ın bu maçında sahada Denizli on skandala imza attıysa Star TV bu şahsa maç anlattırarak yüz skandala imza atmıştır. Seneye iki büyüklerinizi münasip yerlerinize yerleştirip, kırk kişilik ekiple maçlarınızı keyifle anlatırsınız...

Bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum

Barış Manço'nun pop müzik tarihine hediye ettiği en garip şey, cacık isimli bu şarkı(?)dır. İçinde uzun uzun sigara yakma seansları, rakıyı kadehe doldurma sesleri ihtiva eden bu mümtaz eserin nadide sözleri bizi o kadar güzel anlatıyor ki buraya eklemeden edemedim: sözüm meclisten dışarı dostlar; bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum.. hani, dilim dilim doğrasalar beni, marmara, ege, karadeniz, ve hatta akdeniz cacık olur diyorum.. derdim öylesine büyük ki dostlar kırka yarıp, yine kırka bölseler, ve kırk bostana gübre diye serpseler, kırkbin tane ot biter de, kırkbin derde deva olur diyorum.. övünmek gibi olmasın ama dostlar; kendimi 'hıyar' gibi hissediyorum.. hani ince kıyım doğrasalar beni, akdeniz 'cacık' olur diyorum. ve hatta atlas okyanusu... ve hatta hint oykanusu... ve hatta hatta büyük okyanus bile...cacık olur diyorum. böyle cacığa rakı mı dayanır? "çivi çiviyi söker" derler, soğuktan donanı buzla ovarlar.. ben; zaten yanmışım dostlar... peki, beni fırına mı koysalar? zeytin suyuna kuru ekmek, böyle gelmiş, böyle gidecek... Barış Manço - Cacık

Ara