.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Bu takıma Holosko gibi biri lazım abi

Bizim kahvede bugün bu konuşuluyordu, belirtmek isterim ki bu görüşe katılmamak elde değil! Bir düşünsenize; Tabata'nın, Tello'nun ara paslarında zıpkın gibi fırlardı Holoskomuz. Her maç en az iki tane çakardı, çakmakla da kalmaz en az bir tane de Nobre'ye attırırdı. Holosko, hızıyla ve yakışıklılığıyla Beşiktaşımızın gol sorununa kesin çözüm olurdu, Şampiyonlar Ligi'nde tur şimdiden garantiydi. Öyle değil mi? Beşiktaşlının kendi oyuncusuna olan duygusal bağından mı yoksa gidenin gözlerinin bademleşmesinden mi bilinmez... Bir süre takımda oynayıp çeşitli sebeplerden uzak kalan oyuncular takımdaşımın nazarında hemen kıymete biniyor. Tatmin etmeyen futbolun hemen ardından "ah şimdi x olacaktı", "vay şu pozisyonu x yakalasaydı ne atardı"lar... Hayır Holosko varken tatmin eden bir futbol olsaydı anlardım da bu ne be şimdi? Benzer şekilde Delgado... Geçen sene bizi nasıl hayal kırıklığına uğrattığını hatırlatmaya gerek yok. Ama şunu da biliyorum ki sezonun ilk yarısı Beşiktaş için kötü biterse Delgado takımı ikinci yarıda kurtaracak adam olarak önümüze sürülecek. Hepimizi bir umut kaplayacak, bunları yazanlar bizler değilmişiz gibi heyecanla stadlara kahvelere koşacağız. Kötü geçen bir ikinci yarı sonrasındaysa bu sefer "Delgado dönsün diye gönderilen yabancı"yı anacağız muhtemelen. Özetle: Bu takımda Holosko olsaydı ilk yarıda Nihat'ın, ikinci yarıda Ekrem'in yaptıklarından fazlasını yapmazdı. Naçizane görüşüm ya futbolcularla uğraşmayı bırakıp cümlemizi "Bu takıma x gibi bir teknik direktör lazım"a çevirelim ya da bırakalım Mustafa Denizli kendini x yerine koyacak hamleleri daha fazla zaman kaybetmeden yapsın. Futbolcularla uğraşmayı bırakalım diyorum çünkü bu kadar adam (Tello, Bobo, Nobre, Holosko, Nihat, Yusuf) sezona kötü başlamışsa bunun açıklaması tekniktir, taktikseldir, kişisel değil. Bu takıma futbolcu ve teknik adam gibi birileri lazım abi...

TSL 11. Hafta Beşiktaş 1-0 Ankaragücü

Stat: BJK İnönü Hakem: Halis Özkahya, Ekrem Kan, Orkun Aktaş, Mesut Çarık (4.)

Beşiktaş: Rüştü Reçber, İbrahim Toraman, Ferrari, Sivok, İsmail Köybaşı, Fabian Ernst, Fink, Nihat Kahveci(Dk.46 Ekrem Dağ), Tello, Yusuf Şimşek, Nobre (Dk.80 Bobo).

Yedekler: Hakan Arıkan, İbrahim Kaş, Necip Uysal, Bobo, Ekrem Dağ, Erkan Zengin, Tabata

Teknik Direktör: Mustafa Denizli

Ankaragücü: Serkan, Elyasa (DK.64 Emre Aygün), Koray, Ediz, Ariel, Adem, Ceyhun (Dk.82 Barbaros), Murat (Dk.63 Aydın), Teo, Meye, Hürriyet.

Yedekler: Emre, Stefan, Aydın, Barbaros, Semavi, Baki, Eric

Teknik Direktör: Hikmet Karaman

Gol: İsmail Köybaşı (Dk.16)

Sarı Kartlar: İbrahim Toraman (Dk.51), Ferrari (Dk.90+3) Ariel (Dk.35), Ediz (Dk.37), Meye (Dk.67) Ankaragücü

30 Ekim 2009 Cuma

Ankaragücü Maçı "Günün Sorusu"

"Atılacak goller var Müjgan, kazanılacak şampiyonluklar var. Her kontra atakta dudaklarını arayacağım, her ara pasta elini tutmak isteyeceğim, her son vuruşta saçlarını koklayacağım. Şampiyon olacağım Müjgan, sana yemin olsun şampiyon olmadan dönmeyeceğim..."
Yukarıdaki yazının yazarı aşağıdakilerden hangisidir?
  • Yuki The Zorba
  • Jokond
  • Raul Gonzalez
  • SimplexTablosu
Doğru yanıt Jokond'du!
Avea'nın katkılarıyla hediye ettiğimiz Numaralı Tribün biletimizi Anilton kazandı! Kendisiyle e-mail adresi üzerinden iletişime geçeceğim...
M.A.F ve ForzaKARTAL daha hızlı cevap verdikleri halde, yanlış cevap verdiklerinden kazanamadılar...
Anilton'u tebrik ederiz! Söz Konusu Yazı; Link

Basketbol Kombineleri

Ben Beşiktaş'ın basketbol maçlarına en çok 90'ların ikinci yarısından sonra gittim. Kah küme düşüldü, kah sürünüldü, bir ara hemen her maç salondan seyirci çıkarıldı falan ama güzel zamanlardı... Ahmet Fetgeri'nin tadı hiç bir yerde olmadı...
Bu kulübün yönetim anlayışı hastalıklı. Beşiktaş basketbol takımı lig maçlarına başladı, Avrupa'da maçlar oynadı. Öyle değil mi? Kombineler ne zaman çıktı? 29 Ekim 2009'da!
Satılır mı kombine? Satılmaz kardeşim... Neden satılmaz anlatalım...
Birincisi, bu kombineyi satman için talep lazım. Sen beni 90'larda Ahmet Fetgeri'den, Süleyman Seba'ya, oradan Akatlar'a alıştırdın mı bedava bilete? Evet. Nokta! Sen önce bilet satıp içeri seyirciyi öyle sokmaya bak. Ben bileti aldığımda, yanımdan 12 yaşında çocuk gelip, "Abi enayi misin niye bilet aldın" demesin bana... Bunu becer ki o bileti satabilecek konuma gel...
İkincisi, talep olmayan kombineyi, yerinde oturtmayı garanti edemediğin adama bu fiyatlarla satamazsın... Olmaz. Aşağıya bakın, fiyatları detayları görün. Siz garanti edebilir misiniz 300'e satılan biletin sahibinin yerine beleşe gelen adam oturmayacak diye? Edemiyorsanız, satamazsınız...
Ben bu yönetim anlayışıyla yapılacak olan Futbol Stadyumu'ndan da bu yüzden korkuyorum işte.. Bir şeyi ya yaparsın, ya da yapmazsın... Ya kurumsallaşırsın ya kurumsallaşmazsın... Ahbap çavuş kurumsallığının kendinden başka kimseye hayrı gelmez...

Saat 8'e Kadar Tartışıyoruz...

Bilet hikayesine girip, doğru mu ettik yanlış mı ettik? Soruyoruz dostlar...
Saat 8'e kadar vaktiniz var. Çünkü 8'den sonra biz bildiğimizi okuyup yine bileti vereceğiz...
Açık söyleyeyim, bana 16 yaşındayken birileri "bir web sitesine gireceksin ve yeterince hızlı olursan, adamlar sana numaralı bileti verecekler" deselerdi heyecanımdan ölürdüm. Ben Beşiktaş'ı öyle seviyorum çünkü. O yüzden bu bileti vermeyi çok istiyorum. 15 yaşındayken beton zeminli açık bileti için 4 saat karla karışık yağmur altında bekledim ben, şimdi sıcak evde oturan bir gence numaralı bileti kazandıracağım! Daha güzel ne olur ki?
Durum net; bize iki adet bilet veriliyor, biz bunları alıp Beşiktaşlı adamlara veriyoruz. Kimseye karşı boynumuz bükük değil, çok şükür. Bizim içimiz rahat, sizden içi rahat olmayan varsa yazsın, standart yorum kurallarımız çerçevesinde tartışalım!
Not. Bilet için bekleyen benim (yuki the zorba), jessie o zaman da numaralı'dan elinde purosuyla ısıtmalı koltukta maç izliyormuş!

Aksu - Demirören Dayatması ve Beşiktaş

Bazen burada, arkadaş ortamında, stadyumda atıp tuttuğumuz her şey laf salatası gibi geliyor. Bobo mu Nobre mi, Tello mu Yusuf mu, kürdan Tigana mı Ertuğrul mu? Hatta Ertuğrul mu Ertuğrul Sağlam mı? Ya da Nurullah Sağlam mı? Kardeşim şurada biz bizeyiz, bu düzen bize Yıldırım Demirören - Murat Aksu dayatmasını yapıyor mu? Haydi hepimize geçmiş olsun. Bugün git Altınsay'a, Beşiktaş başkanlığını sor, sana " bu düzende beni Beşiktaş'a başkan yapmazlar" diyor. Peki ey ahali sen Altınsay ve onun gibilerin Beşiktaş başkanlığına aday olmaları için ne yaptın? Altınsay olur bir başkası olur umurumda değil. Bu kulübün adı Beşiktaş'tır. Bu kulübe gönül vermiş milyonlarca insan, sayısız değerli fikir adamı mevcuttur. Bu kulübü "para" ile değil "akıl" ile yönetecek onlarca yönetici adayı bulabileceğimizi hepimiz biliyoruz. Peki ne yapıyoruz? İbrahim Altınsay'ın kapısına gidip "sen önden git, arkanda biz varız!" diyebiliyor muyuz? Hayır! Sanki bir seçenekmiş gibi Aksu ile Demirören arasında gidip geliyoruz. Sonra da tribüne gidip "Yeter Demirören" diye tezahürat yapıyoruz. Demirören'e yeter ise, bu anlayışa, bu düzene yeter. Demirören'e yeter ise, Aksu'ya da yeter! İşin özü İbrahim Altınsay'ın başkan adayı bile olamadığı camia, klüp yapısına yeter! Bugün biri "İbrahim Altınsay Beşiktaş başkanlığına ne güzel yakışır" dese diyebileceğimiz tek şey var; " Onu bırak şimdi, biraz gerçeklerden konuşalım". Peki bunun sorumlusu kim? Divan kurulu mu? Adaylıktan bahsediyorum, sade adaylıktan. İbrahim Altınsay binde bir oy bile olsa Ekşisözlük'te ve burada tanıdığınız, okuduğunuz "Jessie" karakterini Beşiktaş seçimlerinde temsil ediyor olması benim için onurdur, gururdur. Ben var mıyım arkadaş o seçimlerde? Beni temsil eden kimse var mı? Hiç şüphesiz bunun sorumlusu sensin, benim... ve ben İbrahim Altınsay'a kendisiyle aynı Beşiktaş'ı sevdiğimizi ifade edemeyişimizin lanet hüznünü yaşıyorum her gün. Zira bu insanlar yalnız insanlar. Bu insanların fikirleri değer görüyor mu sanıyorsunuz? Kim okuyor Altınsay'ı, kim biliyor? Kim katılıyor sanıyorsunuz görüşlerine? Olaylara bakış açısını kim beğeniyor sanıyorsunuz? Çok üzülüyorum. Hem Beşiktaş için hem de İbrahim Altınsay için...
29 Ekim 2009 Perşembe

Ankaragücü Maçı "Günün Sorusu"

"Beşiktaş adının olduğu her yerde acaba vardır" sözü aşağıdakilerden hangi yazara aittir?
  • Krasotkin
  • Thug Love
  • Shelbyl
  • Beautiful Freak ( Link )
Bugünkü numaralı biletimizin sahibi Gökhan Çatak olmuştur. Avea'ya teşekkür ederiz. Yarın aynı saatte görüşmek üzere...

Ankaragücü Maçına İki Bilet

Avea blog yazarları ve okuyucularına desteğini ifade etmek adına blog okuyucularına maç biletleri veriyor. Bu bağlamda Ankaragücü maçı için 2 bilet vereceğiz. Bu biletleri bilet avcılarına değil de blogumuzu okuyan, takip eden, yorum yapan yani özetle Beşiktaş aşkını bizimle paylaşan kişilere verme niyetindeyiz. Takdir edersiniz ki bunu yapabileceğimiz en basit yöntem ise hiç kuşkusuz blogla ilgili sorular sormak. Blogu takip eden kişiler için kolay sorular olacağını da şimdiden söyleyelim.
İlk biletimizi bu akşam saat 20:00'de veriyoruz
İkinci biletimizi ise yine yarın saat 20:00'de vereceğiz. E-Mail adresinizi yazmayı ve biletlerinizin numaralı tribün biletleri olduğunu da unutmayın. Bu Akşam saat 20:00'de Ekşibeşiktaş'ta buluşalım...

433 Tello Otur Sıfır !

Rakip takım taraftarlarından oluşan arkadaş çevrem ve akrabalarla Beşiktaş’ı konuşup, tartışmaktan mümkün olduğunca uzak durmaya özen gösteriyorum. Hatta 2 gün önce marketten ekmeğimi almış evin yolunu tutarken 20 metre önümdeki 50 yaş üstü F.bahçeli komşumuzu görünce, eşofman ve terlikle yolumu değiştirme şansım olmadığı için adımlarımı küçültüp, benden önce apartmana girmesini bekledim. Altı üstü 30 saniyelik asansör bekleme seansı ve 15 saniyelik kabin içi sohbeti, ama cidden katlanılmaz bir hâl alıyorlar; yok yani ‘’M.Denizli, gol sıkıntısı, puan tablosu vs.’’ zaten alışkın ve hazırlıklı olduğumuz konular, lâkin ayak üstü yarım dakikada ne cevap verebilirsin ? Kıytırıktan bir gülüş ya da ‘’haklısın’’ deyip adamın tatmin olmasını sağlamaktan başka yapacak bir şeyin olmuyor, ufak çocuk olsa kopar ekmeğin ucunu tıka ağzına sussun, ama yok ! Maalesef son dönemlerde Beşiktaşlı çevrem ve takip ettiğim forum-blog sitelerinde de benzer sıkıntıları gözlemliyorum; ama bu sıkıntının temelinde objektiflikten nasibini alamamış ve nasıl geçirdik kültürü ile yoğrulmuş bir kitle olmadığı için kendimi ortamdan soyutlamaya yönelik çözüm arayışlarım da olmuyor. Bizdeki sıkıntı daha çok Bobocu, Nobreci, Tellocu, şucu-bucu diye bölünmelerden ve taraf olma anlayışına kazandırdığımız farklılıklardan kaynaklanıyor. Bu ne kadar zarar veriyor ya da neden böyle oluyor, tüm bunlar ayrı bir tartışma konusu tabi. İstatistiksel olarak öne çıkan ve beklentilerin üzerinde işler yapan adamlar, hele bir de göze hoş gelen gollere imza atıyorsa bir anda vazgeçilmez hatta dokunulmaz olabiliyorlar. Halbuki bugün Ferrara bile Del Piero için "Del Piero takımın kaptanı ve sembol oyuncusu. Benim seçimlerimden çok memnun olmayabilir ancak benim elimde en üst seviyede dört forvet bulunuyor" diyebilmekte. Sığ düşünmeye devam edip de ‘’beklentilerin üzerinde iş yapıyorsa, daha ne istiyorsun!’’ diyenler şüphesiz olacaktır, ona da birazdan değineceğim. Şimdi burada Tello kötü, yetersiz, bu ligde iş yapamaz diyecek halim yok elbet, nitekim geçen yıl şampiyonluğunda da hatırı sayılır katkıları olmuştur, ama Denizli’nin oynatmaya çalışıp da yanlış oyuncu tercihlerinden ötürü tam manasıyla hakkını veremediğimiz 4-3-3 sisteminde Tello şu an en fazla sırıtan oyuncuların başında geliyor, ama ne hikmetse Bobo-Nobre / Üzülmez-İsmail / Tabata ve Denizli’nin tavşanları tartışmaları arasında kaynayıp gidiyor. Halbuki an itibariyle Tello’dan ala tavşan yok; sol bek, sol ön, orta 5’linin solu gibi dolgun bir CV’ye sahip olmasına rağmen, ısrarla sahip olduğu özelliklerin yetersiz kalacağı bölgelerde tercih ediliyor. Bu kimi zaman sağ ve sol forvet pozisyonu olurken, zaman zaman da orta 3lünün bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Peki nedir Tello deyince ilk akla gelenler ? İyi bir sol ayak, isabetli ortalar, oyun zekası, etkili frikik, duran toplar ve uzun mesafeli şutlar(hatta Denizli yukarıya astığım resmi görürse, pivot santrafor olarak da kullanmak isteyebilir) Gelgelelim Tello, teke tek kaldığı pozisyonlarda (Keita gibi) çalım ile rakip beki ekarte edemez; Tello, (Arda gibi) sıfıra inip rakip savunmanın dengesini bozacak toplar kesemez; Tello, (Kewell gibi) girdiği pozisyonları yüksek yüzde ile bitiremez; Tello, (Serdar Özkan gibi) beki ile rakip çizgi oyuncusu arasına girip, 2.bir savunmacı pozisyonunu alamaz; Tello, (Holosko gibi) kenardan savunma arkasına topsuz koşular yapamaz; Tello, (Delgado gibi) adam eksiltip, kendi şutunu kendi yaratamaz; ama işte bu yapamaz-edemez dediklerimin hepsi kenar forvet oyuncusunun sahip olması gereken temel özelliklerin başında geldiği gibi, 3lü forvet oynayan takımların da neredeyse hücum güçlerinin tamamı anlamına geliyor. G.saray’ın kaybetmiş olduğu puanlar sonrası ‘’Keita ve Arda (Kewell) ’’ durgundu – etkisizdi eleştirilerinin yükselmesi bu yüzdendir. Bu yüzden Rijkaard Arda’yı orta 3lüde kullandığı vakit, sezon başı kenar forvette sergilediği performansa atıfta bulunuluyor, fakat biz kenar forvetlerin kaymağını yiyemediğimiz için hücum sıkıntılarını tartışırken Tello'nun yapamadıklarını neredeyse hiç önemsemiyoruz; hatta 1'e 1'de adam eksiltip, çizgiye inebilen tek silahımız Serdar'ı da harcamak için fırsat kolluyoruz. G.saray’dan yola çıktım çünkü gözümüzün önünde 4-3-3 oynayan tek takım ve bize nazire yaparcasına ileri 3lüye yatkın özellikte oyuncu tercihleri söz konusu. Tello’nun yol açtığı sıkıntılar bunlarla sınırlı değil; Denizli’nin geçen yıl tanımış olduğu sınırsız özgürlük, Delgado’nun hareket alanını sınırladığı gibi bu sene de Tabata ve diğer hücum elemanlarının sürelerinden yemesine ve serbestliklerinin kısıtlanmasına yol açıyor. Başlangıçta belirttiğim bölünmelerden ötürü şu dakikadan itibaren gelebilecek olası Delgadocu yakıştırmalarına hazırlıklı olmam gerektiğinin farkındayım, ama söylemek istediğim şey fazlasıyla net; Tello 3.forvet olarak sahada yer alıp, (ki maç içinde Rüştü’nün başlatmak istediği hızlı hücumlarda degajlarının yöneldiği ve karşılaması beklenen en uç elemanımızın çoğu zaman Tello görünmesi verilen serbestliğin en önemli göstergelerindendir ) özgürlük tanındığı süreçte, Delgado orta 3lünün bir parçası ve takım savunmasına katkı sağlaması beklenen isim konumunda oluyordu. Nitekim savunma bilinci Delgado’ya oranla daha gelişmiş olan Tello serbest takılırken; Delgado, sisteme ayak uydurması beklenen oyuncu konumundaydı. Görev dağılımındaki bu terslikler ve oyuncuları doğru kodlayamamız çoğu zaman söz konusu iki ismin yeteneklerinin daha yararlı şekilde kullanılamaması gibi sıkıntıları doğurmakla beraber, orta alan savunmasını da sekteye uğratıyordu. Tello’nun geniş alandaki hız eksikliğini ve hava hakimiyetinin olmayışını da diğer problemler olarak not edebiliriz. (Bu sıkıntı daha çok kendisine veya koşu yoluna yöneltilen uzun ve yüksek topların kontrolünde ve değerlendirilmesinde boy gösteriyor) Tabi buna rağmen geride bıraktığımız sezon Tello’nun 9-11 arası asistini göz ardı etmek olmaz, fakat şu an maç maç sıralayacak durumda olmasam da söz konusu asistlerin 2-3 tanesi dışında bunların görev aldığı mevkiden bağımsız olarak duran top ve geriden gönderdiği uzun ve derin paslarla geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. İşte bu da en başında değinmiş olduğum ‘’yaptıklarına rağmen, yetersiz buluyorum’’ eleştirisinin çıkış noktası. Tello’nun o duran topları kullanması ya da geriden bu pasları çıkarması için 3.forvet ya da hücum yönlendiricisi olarak görev almasına gerek yok, çünkü bu uğurda bir takım oyuncuların performansını da olumsuz yönde etkilemekteydi. Ne zamanki bu asistler oyun içinde ve kaleye yakın noktalarda, ‘’bizim de kenar forvetlerimiz iş yapıyor’’ dedirtecek nitelikte olur işte o zaman Tello’nun saha içindeki varlığı rahatsızlık uyandırmaz. Aksi taktirde Tello’nun şu ana kadar Nobre’den,(120dk) Bobo’dan(124dk) ve Serdar Özkan’dan (324dk), toplamda da 568 dakika fazla forma şansı bulması pek kabul edilebilir ve kolay anlaşılabilir bir şey değil. Keza Holosko içinde aynı şey geçerli, o’nun da sakatlığına kadar ilk 5 hafta ve Avrupa’da 390 dakika süre almasına karşın, aynı süreçte Tello’nun 456 dakika süre aldığı gerçeği var. Lafın belini kıracak olursak, Tello bu takımın hücum gücünü kaldırabilecek ve yönlendirebilecek bir isim olmadığı gibi 3lü forvet ve 3lü orta saha oyuncusunun barındırması gereken öncelikli ve esas meziyetlere de sahip değildir, ama baktığımızda vazgeçilmezlik, dokunulmazlık, saha içi özgürlüğü gibi haklar tanınmasının yanında en fazla süre alan hücumcuların da başında geliyor. Beklentileri bu denli arttırmanın ekstra bir getirisi olmayacaktır.
Diğer yandan geçen yıl başlayan ve bu sezon da boy gösteren aldığı maaşın düşüklüğü ve zam istediğine dair söylentiler artarak devam etmekte, ne derece doğru bilmiyorum ama Carlos-Gökhan Gönül, Lincoln-Nonda(Arda), Rico-Nobre arasında da (örnekler çoğaltılabilir) aldıkları ücretler ve sergiledikleri performanslar arasında büyük farklar olmasına karşın, bugüne bugün Nobre’nin, ''Rico benim 2 katımdan fazla para kazanıyor, ama istatistikleri benim çok çok altımda, ben de zam isterim'' dediğine ya da maaşlar arasındaki uçurumun diğer futbolcuların performansına olumsuz etki ettiğine şahit olmadık. Sözleşmesi bittiğinde ya da dolmasına 1 sene kala yenileme yapıldığında zam talebinde bulunması en doğal hakkıdır ama şu şartlar altında ve kontratı 2011 Haziran’ında bitecekken bu sebepten ötürü sorun çıkarmasının da ‘’hayrola hemşerim’’ dedirtecek türden bir davranış olduğunu belirtelim.
Tello'dan yararlanacağımız maçlar olacaktır ama bana göre 4-3-3'te hiçbir önceliği haketmemektedir. Az kalsın unutuyordum; ''442 Delgado Otur Sıfır''
28 Ekim 2009 Çarşamba

Açıklama

Değerli Ekşibeşiktaş okuyucuları, Sanıyoruz ki bu blog'u, herhangi bir zaman diliminde, bir haftadan fazla takip eden bir kişi, blog'umuzun Yıldırım Demirören hakkındaki duruş ve tutumuna vakıf olur. Çeşitli zamanlarda, çeşitli platformlarda bu duruşumuzu dile getirmenin yanısıra, bir de bu duruşu sembolleştirme adına sağ üst köşede bir banner'a yer vermekteydik. Fakat seçim döneminin yaklaşması, ve de Ekşibeşiktaş'ın her şeyden önce tarafsız, daha doğrusu sadece Beşiktaş sevgisine taraf bir blog olarak anılması ve tanınması gerektiğini düşündüğümüzden, mevzubahis banner'i şimdilik kaldırdık. Umarız ki bir daha onu oraya koymak zorunda kalmayız. Saygılarımızla, Ekşibeşiktaş yazar kadrosu

güzbahar

senin adın güzbahar olsun baharı kendi içinde tekrar eden ağaçları bir güldüren bir solduran bulutları ağartan, karartan gülümsemende saklı dursun gözyaşların senin adın güzbahar olsun avuçlarındaki terin coğrafyasıdır hüznü demirbaşa bağlayan sisli bakışlarındır şafağı ağartan ama en çok da dudaklarında asılı duran çileğin kokusudur bir mevsimi diğerine bağlayan

Türk Sporcusu Kaybetmeye Mahkum

Dünyanın çeşitli branşlarında çeşitli sporcular izliyoruz. Neredeyse her gün dünyanın bir yerinde bir üst düzey final maçı yapılıyor. Orada kazanan ve kaybedenleri irdelediğimizde bize bazı ipuçları veriyor. Bir hafta önce "Türk sporcusuna bu haliyle güvenmek hatalıdır" demiş ve tepki almıştım. Benim aslında ne demek istediğim Fenerbahçe Galatasaray müsabakasında net olarak ortaya çıktı. Arda Turan - Cristian Baroni kavgasında daha çok etkilenen tarafın "Arda Turan" olması sizce tesadüf mü? Türk sporcusunun takım sporlarında başarılı bir çizgisi olduğunu söylemek için, sanırım sporla ilgilenmemek gerek. Bugün dünya basketbolunun zirvesindeki Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur'un kendi takımlarındaki verimliliklerine, takım içi uyumlarına ve katkılarına bakın, bir de Milli takımdaki. Yurt dışında oynayan herhangi bir oyuncumuzun o takıma yaptığı katkıya bakın, bir de Milli takımımıza... Arada ciddi bir fark olduğunu göreceksiniz. Fildişi Sahilleri milli takımını bilir misiniz? Kolo Toure, Eboue, Yaya Toure, Didier Zokora, Abdel Kader Keita, Bakary Kone, Aruna Kone, Didier Drogba... Her bir oyuncuyu bir kendi takımlarında izleyin, bir de dönün Milli takımlarında izleyin farkı farkedeceksiniz. Orada Arsenal, Chelsea'de oynayan oyuncular öncelikle "takım" şemsiyesinin altına geçmeyi kabul ediyorlar. Ortaya konan düzenle bir problemleri yok. Milli takımlarına geldiklerinde ise -şaşırtıcı değil- birden çocukluklarına, futbol eğitimi almadan önceki hallerine dönüyorlar ve birbirinden kopuk 11 oyuncu olarak potansiyellerinin çok altında kalıyorlar. Türk sporcusunun da Fildişi Sahili oyuncularından hiç bir farkı yok bu anlamda. Bunun örneğini her hafta her maçta görüyoruz. Servet Çetin ileri çıkışlarını "sorumluluk alıyorum, geride de kalıp sorumluluktan da kaçabilirim" diyor. Arda Turan işler kötü gidince kahramanlığa soyunma gereği hissediyor. Lakin Banu Yelkovan'ın da dediği gibi, "Arda'nın bir de takım arkadaşları var oysa ki". Türk sporcusu, mevcut sporcu eğitim düzeni değişmedikçe çok az final karşılaşmasından yüzü gülerek ayrılacaktır. Bugün zor şartlarda olan Galatasaray'dı ve bu mental düzeyde olmadığı için kaybetti. Futbolcular maç bittiği dakikada otobüslere binip Ali Samiyen'e geçselerdi bu sefer de Fenerbahçe kaybedecekti, hatta bence çokça ezilecekti. Sporda romantizme bir yere kadar yer var. Aydın Karabulut, Batuhan Karadeniz, Mehmet Sedef, Serdar Özkan... Hepsi mental anlamda sıkıntılı oyuncular. Hepsinin ayrı karakteri, ayrı geçmişi var ama üst düzey sporcu olmalarını etkileyen en temel faktör mental düzeyleri. İşte o noktada, "solda Mehmet Sedef - Aydın Karabulut, forvette Batuhan, ortada Necip oynasın" havada kalıyor. Bunun suçlusu bu gençler değil elbette. Bunun suçlusu koçuyla sorun yaşayan Mehmet Okur da değil, zor durumda kalındığında kendini Michael Jordan zanneden Hidayet Türkoğlu da değil. Sorun bu sporcuların kişilik ve bir sporcu kimliği kazandığı dönemlerde bunları mental olarak hazırlayamayan spor organizasyonunda. Bunu Jean Tigana olup çözemezsiniz. 6 ay sonunda "deli" diyip gönderirler. Bu iş üst düzey takım hocalarının yapacağı iş değildir. Bu bağlamda Batuhan neden oynamaz sorusunun muhatabı Mustafa Denizli de değil. Beşiktaş özkaynak düzenine geri dönüş yapacaksa bunun Necip, Batuhan, Rıdvan gibi gençlerin oynatılması anlamını taşımadığı çok açık. Daha çok küçük yaşta potansiyelli oyuncuları tesbit edip onlara "özel" bir hayat sunacaksınız. Ben bugün soruyorum; Batuhan Karadeniz'in yaşamış olduğu travmalar Beşiktaş kulübünün mü yoksa daha çok Türk sporunu idare edenlerin mi problemidir? Batuhan hiç şüphesiz önce Türk sporunun bir ferdidir. Batuhan'ın idaresi o yüzden Beşiktaş kulübüne bırakılamaz. Bırakıldığı noktada da "Kral yapmam, ben kral olurum" cümlesinden öte bir noktaya varılamaz... Bu zihniyetin oynadığı Beşiktaş ta iki sene sonra genç takım tesislerini yakar, yıkar. Türk sporcusuna güvenmeyi "haydi koçum, sen oynuyorsun" den ibaret sananlara ithaf olunur...

Suç Unsuru

Radikal'in haberinden anladığımız üzere, hakem raporlarına, ve yahut onu değerlendirenlere göre maç öncesinde kavga çıkarmak suç unsuru değilmiş; yani Arda ile Cristian masummuş.
Maç sonrasında küfür etmek 2-3 maçtan başlıyor, maç öncesinde -muhtemelen küfür de edip- direkt kavga çıkarmak cezasız.
İzanım yetersiz kaldı benim, bunu bana biri lütfen açıklasın.

Üç Renk: Gri

Kahvede, barda kısacası dışarıda bir mekânda maç izlemenin keyfini! eminim ki pek çok defa tatmışsınızdır. İnsan psikolojisinde onulmaz yaralar açan bu deneyimin en kötü hali de ne yazık ki Beşiktaş maçlarında yaşanmakta. Üç büyük takımın taraftarının psikolojisini biraz anlamak için en yakınınızdaki kahveye gidin ve o takımın maçlarını izlemeye başlayın.

Galatasaray taraftarının rahatlığını henüz şimdiye dek hiçbir yerde görmedim. Bu sadece bu sene için geçerli değil, kulübün genetiğine girmiş bu rahatlık, aslına bakarsanız Ayhan, Servet, Gökhan Zan gibi isimlerin aynı anda sahada olup da kafa kafaya çarpışmamalarının nedeni. Bu üç futbolcuya Beşiktaşlılar ve Fenerbahçeliler teker teker bile tahammül edemez iken, Galatasaray cenahında pek bir sorun teşkil etmiyor yüksek özgüven sayesinde. (Tek istisnai isim Sabri, o ne yaparsa yapsın küfrü yiyor ne yazık ki…)

Fenerbahçe taraftarı ise futbolcuları ile olan uzaktan iletişimlerinde, Beşiktaş taraftarına yakın bir çizgide seyretmekteler. En ufak geri pasta, isabetsiz ortada, kötü bir şutta en büyük tepkiyi küfürle vermek Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftarlarının ortak özelliği… Aradaki tek fark, Fenerbahçe taraftarı daha anlık tepkiler verirken, Beşiktaş taraftarının kendi arasında bazı isimler üzerinden ayrışmasında.

Böylesi bir ayrışmanın temel sebebi elbette ki sahadaki işlerin bir türlü istenildiği gibi gitmemesinden kaynaklanmakta… Beşiktaş gibi kalabalık ve kalitesi birbirine yaklaşık olan futbolculardan oluşan kadrolarda, oyun kötü gittiğinde sahada olmayanlar ilaç gibi gelmekte taraftarın gözünde. Ricardinhocular, Delgadocular, Tellocular, Bobocular, Holoskocular, Nobreciler derken bir de baktık ki Beşiktaş içinde başka bir Beşiktaş tutmaya başlamış her bir taraftar.

Tabii bu ayrışma sadece saha içiyle de sınırlı değil, sonu ne olursa olsun yönetime derhal tepki verilmesini isteyenler, duruma daha itidalli yaklaşıp olağanüstü durumlardan sakınanlar, teknik direktörün biletini üç maçta kesenler, sezon içinde teknik direktör değişiminden imtina edenler olarak uzayan liste “kırk kulpu kırık kırk kutup” oluşmasına neden oluyor.

İşin yönetim kısmından, daha önceki yazımda “Üç Renk: Siyah” ‘da bahsetmiştim. Teknik ekip konusu ise Jean Tigana’nın gidişinden beri benim için anlamsızlaşmıştır. Sonuçta kendi teknik direktörünün kuyusunu kazmak için çalışan yöneticilerin olduğu bir yerde teknik, taktik üzerine kafa patlatmak saflıktan başka bir şey olmuyor.

Hatırlarsanız 100. Yıldaki şampiyonluktan sonra, 101. Yıldaki başarısızlığın eleştirisi yapılırken, başarıyı paylaşamamak en önemli neden olarak gösterilmiş, Yıldırım Demirören ve Kıvanç Oktay’ın yönetimden istifası, bazı önemli isimlerin yeniden yönetimde yer almaması bunla bağdaştırılmıştı. İşte son şampiyonluktan sonra yine benzer tablonun oluşması belki de şu anki durumun izahlarından birisidir.

Geçen seneki başarı için kimisi rakiplerin kötülüğüne, kimisi taraftara, kimisi dualara, kimisi meşhur Denizli balına atıfta bulunsun, benim için şampiyonluğun karşısındaki isim her zaman Mustafa Denizli olarak kalacaktır. Şampiyonluk yaşamamış bir dolu isimle ve paranoyaklaşmış taraftar desteği ile Beşiktaş gibi kırılgan bir camiada, ligin ilk yarısını altıncı olarak tamamladıktan sonra bu denli başarılı olunmasının en büyük nedeni, Beşiktaş’ın büyük kulüplere ve büyük sporculara has olan egosunu kaybetmişken, bunu Mustafa Denizli’nin egosuyla doldurmasıdır. Çünkü lider olmak için “ben yaparım” demek en önemli koşuldur. İddialı olmak, yanılmaktan korkmamak, herkese meydan okumak özellikle Beşiktaş gibi sadece teknik-taktik sorunları olmayan kulüplerde önemli detaylardır.

Hem teknik ekip konusunda yıllardan beri süregelen benzer yanlışların sürekli tekrar etmesinden dolayı, hem de futbola ölüm kalım meselesi gibi değil de gülerek bakan, ancak hırsından da bir şey kaybetmeyen, rakı masalarının ağır abisi görünümlü Mustafa Denizli’ye olan sempatimden dolayı, artık maçları izlerken kalbim sıkışsa dahi, şu aşamada teknik direktör değişikliğini pek manalı bulmuyorum. Yoksa istikrar gibi bir masala inanmış değilim. Bir kere en başta bu yönetim varken, geleceğe dair pek bir şey düşünmemek en iyisi. Ocak ayına kadar Mustafa Denizli elindeki kadrodaki tüm kombinasyonları denesin, belki ideal bir 11 ile işleri yoluna koyar bile. Olmadı, artık bu denemeler dayanılmaz bir hal aldı diyelim en fazla yola Tayfur Havutçu ile devam edilir. Ocakta da yeni yönetim, yeni teknik direktörle yeni bir başlangıç yapar ve artık sabit bir sistemi, kimin nerede oynadığı belli olan, kendi mevkisinde oynayan futbolculardan oluşan bir takım izleme şansına sahip oluruz umarım.

Gelelim saha içine. Saha içindeki grilikler daha da fazla. Sistem karmaşası, gol kısırlığı, mevkisi sürekli değişen futbolcuların veriminin düşmesi, küstürülen futbolcular, sürekli yedeğiyle karşılaştırılan futbolcular…

Herkesin üzerinde net olarak uzlaştığı bir isim bulmak zor şu takımda. Bobo yetenekli ama çalışmıyor, Nobre gayretli ama bal yapmıyor, Holosko iyi mi kötü mü kimse karar veremiyor, Tello canı isterse oynuyor, Tabata halen alışmaya çalışıyor, Nihat bir sene sakatlık üzerine bir de sezon başı çalışmamasının bedelini ödüyor, Yusuf geçen sene zirvede bırakmadığına yanıyor, Batuhan arıza çıkarıyor, Serdar Özkan’ın ne yaptığının kimse farkına varmıyor derken, sonra da soruyorlar Beşiktaş neden gol atamıyor? Yahu iyi bile atıyor denilebilir şu tabloda.

Zaten kafası bu kadar karışık bir camiayı, bu kadar isimle daha da karıştırmanın anlamı yok aslında. Bundan sonrası için yapılacak en iyi hamle artık üzerinde kimsenin tartışamayacağı bir veya iki isimi bu takıma katıp, daha fazla kakofoniye izin vermemek olacaktır muhakkak. Yoksa şu futbolcu aslında çok iyi, inadına bu futbolcu derken, resmin bütününe kafa yormaya fırsat bulamadan böylesi detaylarla kendi aramızda boğuşmaktan başka bir şey yapmamız pek mümkün olacak gibi gözükmüyor.

Beşiktaş Büyüklüğü

"Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz." "Büyük takımlar kupalarıyla, küçük takımlar büyük takımları yenmeleriyle övünür". Şimdi muhtemelen bu yukarıdaki iki özlü sözü okuyunca ne oluyor lan dediniz. Demiş olmanız lazım yani. Demediyseniz bir mallık vardır. Neyse, postlarda yorumlara bakıyorum da arkadaş Beşiktaş blogunda, Beşiktaşlıların blogunda yorum olarak "yæ bi duruş tutturmuş gidiyorsunuz, ama bak objektif değilsiniz" falan. Bunun bir denyoluk olduğu konusunda hemfikiriz sanırım değil mi? Yani Beşiktaş ve Beşiktaşlıların blogunda nasıl bir yapı bekleniyor? Üstteki iki cümleye gelelim. Bunlardan birincisi İslam Çupi'ye ait. Ne manaya geldiğini bunca yıldır çözemedim. Acaba İslam Çupi ne durumda söyledi bunu? Mesela sormuş mudur biri, "İslam Baba, Fener büyük falan diyorsun da nasoıl büyük ya, ne iş?" ditye. islam Baba da cevap kastırmaya üşenip (öyle ya, her taraftar için kendi takımı büyüktür, bir kıstas olmasına gerek yok. x yüzünden büyüktür diye bir takımı tutuyorsan malsın) "ya öyle böyle bir büyüklük değilişte, kupa mupa mühim değil" demiş olabilir mi? Yani bizim "Sevinmek için sevmedik" sözümüz için sürekli bir kulp yaratan arkadaşlar acaba kendi takımları için söylenen bu sözden aynı anlamı çıkaramayacak kadar aptal olabilir mi? Gelelim ikinci söze. Çocukluk kahramanlarımdan Michel Platini'nin sözü. Birinci sözün tamamen tersi, %100 materyalist. Kupan varsa övün arkadaş diyor Platini. Takımının büyüklüğünü anca kupayla kadehle ölç, güce tap. Belki Galatasaray'ın da vardır böyle sevinmek için sevmedik minvalinde sözleri ama ben bilmiyorum açıkçası. Diyeceksiniz, nereden çıktı lan bu muhabbet? Haklısınız da El Sikko sonrasında atışmaların hep bu eksende olduğunu görünce dayanamadım. Bir taraf işin sadece çük boyuyla ilgilenir gibi "Büyüğüz biz, ama öyle böyle değil, kupa şampiyonluk falan değil"i metre cinsinden algılıyor, diğer tarafı "Kupan yoksa sikime kadar, kupamız var büyüğüz"den bir cm öteye gidemiyor. İkisi de büyüklüğü anlıyor ama onu da yanlış anlıyor neticede. (Fenerbahçe anlayacak gibi de işte bambaşka tarafında işin, bir saksı düşümüyle belki anlayabnilirler) Tüm bu şartlar altında bu büyüklük hadisesi içerisinde olmamaktan dolayı mutlu ve gururluyum. "Bu dünyada 2 büyük var biri 70'lik Yeni Rakı, diğeri Beşiktaş" diyecek kadar büyüklüğü NİCELİKten NİTELİKe çevirebilmişlere selam olsun.
26 Ekim 2009 Pazartesi

Bu Vatan'ın Son Şampiyonu

Haber burada Eto’o, Ronaldihno, İbrahimoviç, Shevchenko içerikli haberlerin ne maksatla çıkarıldığını bile bile ‘’dur bakayım cidden geliyor mu’’ deyip de parasını sokağa atanların sayısında hiçbir zaman azalma olmayacağı için bu haberleri çıkaranlara kızıp-tepki vermek gelmiyor içimden. Aynı golü defalarca kez yiyip de akıllanmayanlar sayesinde bu iş artık gazeteciliğin bir parçası ve en etkili hücum silahı haline gelmiştir; tek çözüm almamak-okumamak, ama bir yandan da kaç kişi İsmail Er ve türevlerini tanıyor ki ? Şurada hepimiz vakti zamanında en az 3-5 kere Kluivert tuzağına düşüp, günlerce hayal kurmuşuzdur. Yukarıdaki haberin asıl konusu her ne kadar Grafite transferi olsa da beni gram heyecanlandırmamıştır; zira amaç belli, niyet belli, içerde-dışarda son 5 transfer haberi istatistikleri ortada, o yüzden ‘’he’’ deyip geçmek lazım ama aşağıda yuvarlak içine aldığım bölüm kepazelikten başka bir şey değil. Yok yani Haziran’da top başı yapıp, Temmuz sıcağında bilmem kaçıncı turdan ön eleme oynamaya başlamadık, Estonya, Moldova deplasmanlarımız olmadı, aksine son torbadan Uefa Avrupa Ligi seri başlarını gölgede bırakacak takım çekip ‘’işte Şampiyonlar Ligi bu’’ dedirttik. Şurada Shevchenko yazmak için bile Google’dan doğru yazılışını kontrol ediyor-öyle yazıyoruz; az biraz dikkat yahu, ayıptır !
25 Ekim 2009 Pazar

Temizlik

Haber1903 Öncelikle dün Akatlar Cola Turka Arena`da oynanan Beşiktaş Cola Turka - Antalya Bşb. Erkekler Basketbol Ligi maçında bir grup taraftar salona giremedi. Dışarıdaki gruba bağlı bulunan ve salona girebilen 10`a yakın taraftar ise yönetim kurulunun oturduğu bölüme yönelerek "Yönetim uyuma taraftarın dışarda" diye tempo tuttu. Taraftarın bu söylemine tepkisiz kalan yönetime karşılık taraftarlar bu sefer de "Yeter, Yıldırım Demirören yeter" diye protestolarda bulundular. --- Temizliği Yıldırım Demirören'in yapıyor olması temizliğin değerinden bir şey kaybettirmez. Beşiktaş tribünü hiç şüphesiz temizlenmelidir. Temizlenmesi gereken kitleler bellidir ve bu kitlelerin yine aynı yönetimler tarafından yaşatıldıkları da ortadadır. Eğer temizlik, Demirören muhaliflerinin üzerinde yapılacaksa evet, "Bütün Tribünü Temizlesene!" Lakin bu temizlik stadyumda, spor salonunda hadise çıkarma amacıyla bulunan, ağzından küfür yüzünden nefret eksik olmayan, maça giremedi diye "Yeter Yıldırım Demirören" diyen kitlelerin temizlenme niyeti varsa, yine kendi iyi niyetimle Demirören'e desteğimi veririm...

Bugün Beşiktaş İçin Ne yaptın?

Eskişehir deplasmanı, fikstürümüzün en zor dönemeçlerinden biriydi. Bu akşamki zorlu deplasmanı 3 puanla kapattık, önümüzde puan kayıplarıyla bizi zirveye yaklaştıracak bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisi var. Normal şartlar altında, sevinmemiz lazım. Var olan tabloya bakarak umutlanmamız lazım. Velakin kağıt üstündeki tablo gerçekle bağdaşmıyor. Herkeste bir karamsar hava var ve böyle olması da çok doğal. Çünkü takımın bu hücum gücüyle ve performansıyla geleceğe umutla bakmak için Pollyanna ile yatıp Peter Pan ile kalkmak lazım. Geri dörtlü ve onları besleyen orta sahaya baktığımızda aslında çok ciddi bir sorun yok. Her ne kadar bugün oynanan karşılaşmada rakibin en önemli iki hücum silahı Youla ve Ümit Karan sahada olmasa da savunmanın bütün noksanlıklarıyla birlikte geçer not aldığını söylemek gerekiyor. Eskişehir maçında Fink defansif açıdan Ernst'i neredeyse aratmadı. İbrahim Kaş ve İbrahim Toraman ilk defa yan yana oynamalarına rağmen ellerinden geleni yaptılar. Peki ya hücumcular? Gerçekten anlamak mümkün değil. Sezon başından beri gol atmak için ümit beslediğimiz ne kadar hücumcu varsa hepsi de vasatın altında, berbat oynuyor. Bobo, Nobre, Nihat, Holosko, Yusuf, Tello. Hepsi birden haftalardır kötü oynamayı nasıl başarıyorlar? Hadi Nihat'ta iki haftadır bir kıpırdanma var, Holosko tam düzelecekti sakatlandı diyelim. Tello'ya ne oluyor? Eskişehir maçında Beşiktaş'a geldiğinden beri en kötü Tello'yu izledik. Oyundan tamamen kopuk, kendisine atılan pasları bile fark etmeyecek kadar şuurunu kaybetmişti. Bobo ise apayrı bir mevzu. Adeta beni takımdan gönderin diye yalvarıyor. Ayağına gelen bütün topları eziyor, bugünkü maçta kaleye bir tane şut dahi atamadı. İyi de biz Bobo'nun oynadığı zamanları da gördük. Hani görmesek bu amatörü takıma kim getirdi diye isyan etmemek elde değil. Nobre ise klasik yedek travmasına girmiş gibi gözüküyor. Boş kaleye gol kaçırma konusunda rekordan rekora koşuyor hazretleri. Bir takımın bel bağladığı bütün hücumcular sıfır noktasına gelirse olacağı budur. Kaç haftadır Mustafa Denizli'ye kızıyorduk(haklı olarak hala kızıyoruz) ama bugün tablo çok net bir şekilde ortaya çıktı. Denizli, herkesi en uygun mevkide oynatsa da bu oyuncular bugün için bu performansın üstüne çıkacak gibi gözükmüyor. Çünkü takım içindeki ciddiyette, işine sahip çıkma noktasında ciddi sorunlar var. Hepimiz bir meslek sahibiyiz. Kimimiz o mesleği severek yapıyor kimimiz sevmeyerek. Siz hiç futbol oynamayı sevmediği halde futbolcu olan kaç kişi biliyorsunuz? Bu öyle bir meslek ki hem dünyanın parasını kazandırıyor hem de insana zevk alabileceği bir işi yapma imkanı veriyor. Benim ise öyle bir lüksüm yok. Geçimimi sağlamak için işimi yapmak zorundayım. İşimin hakkını vermek zorundayım. Veremediğim an işim biter zaten. Beşiktaş formasını sütüne geçiren bu oyuncuların büyük puntolarla bir kağıda "Bugün Beşiktaş İçin Ne yaptın" yazıp başuçlarına asmaları lazım. Her gün usanmadan bu soruyu kendilerine sormak zorundalar. Sormuyorlarsa da hesap sorulmalı. Hiçbir zaman para verip karşılığını bekleyen taraftar ruh haline girmedim ama ben haftamın en değerli tatil akşamını dünyanın parasını ödeyerek bu berbat futbolu izlemek için vermiyorum. İşine ciddiyetle sarılmayan, eli belinde sahada gezinen adamlara tahammül etmek için para ödemiyorum. Allah için doğru düzgün top oynayın, işinizin hakkını verin. Direkleri dövün, goller kaçırın, mağlup olun ama işinizin hakkını verin.

Jübile...

Bizde istifa neyse, jübile de emeklilik de o işte... Adam gelir 80 yaşına, çocukları neredeyse olmuş 60 yaşında, hala işinin başında durur... Ardından gelecek on kişinin hayatını anlamsız kılar, pasifize eder... Hadi kimisi dehadır bunların, sıfırdan getirmiştir o işi buralara ve hala çocuklarından iyidir, anlarım... Peki beceremeyenler? Ayak uyduramayanlar zamana? Bırakamazlar... Arkalarından gelenleri anlamsız kılmak kendilerini anlamsız kılmaktan kolaydır çünkü...
İstifa denen naneyi biliyoruz zaten, memlekete uğramamış bir basiret vesikasıdır yabancı memleketlerde...
Şifo'ya teşekkür etmeli bu yüzden... Zamanında yapmış jübilesini, "kurt kocayınca..." hikayesine düşmeden bırakmasını bilmiş... Keşke hem Beşiktaş'ta, hem rakiplerde arkasından gelenlere de bırakabilseydi bu mirası...

Ara