.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Şans, talih, kısmet Episode 2

Sevgili Ekşibeşiktaş Ailesi, Yeni bir yarışma heyecanıyla birlikteyiz. Önümüzde zorlu 2 maç bulunuyor. Şimdi tahmin etme sırası. Galatasaray - BEŞİKTAŞ BEŞİKTAŞ - Manchester United Bu maçların skoru ne olur? İki maçın da skorunu bilen, en önce davranan arkadaşımız benden yine bir DVD film kazanacak. Kurallar basit, sadece bir kez tahminde bulunabilirsiniz. Aynı kişi birden fazla tahminde bulunursa diskalifiye edilecek. Eğer birden fazla bilen olursa, en erken tahmin eden kazanmış sayılacak. Baktık kimse bilemedi geçen sefer olduğu gibi ona da bir çare buluruz elbet... Herkese bol şans...

Tabata'yı Sevmek ya da Beşiktaş'ı Sevmek...

"Sevinmek için sevmedik"... Ne kadar kolay söylemesi değil mi? Pankart'a yazması da maksimum 100-150 Lira... O da kolay... Oysa bu sevgiyi aksiyonda göstermek farklı. Orası kesin... Şu da kesin, bunu söyleyeni de söylemeyeni de Beşiktaş'ı tutuyor işte. Şampiyon olamayınca bırakmıyor Beşiktaş'ı, maç başına gol ortalaması 0,1'e düşünce bırakacak mı? Hayır. Gönlünde, kenarda köşede sevecek işte... Yuhalasa da sevecek, ben ona yuhaladığı için kıl olsam da sevecek. Diyeceğim o ki, takım tutmak tamamen duygusal bir kavram çoğu vakit, hele o tribüne Özsahrayıceditspor maçına, Nouma'ya takılıp hayatla kafa bulmaya bile giden adam için on kat daha duygusal... Rekabetle beslense de duygusal işte... Ben kombinemin fiyatını 5 katına çıkardığında nasıl küstümse bu takıma, Samsun'a o maçı kaybettiğinde dönüverdim, kendi tribünüme olmasa da o kalenin arkasına... Kaybettikçe daha da delirip, döndüm, bağırdım çağırdım... Her zamankinden çok, her zamankinden yüksek sesle bağırdım... Demek ki Beşiktaş'ı seviyorum, sadece kazandığı için ya da sadece güzel futbol oynadığı için, yetenekli olduğu için ve tabii ki şampiyon olduğu için de değil... Bin sebep de olabilir bir tane de... En yakın dostum, "Ulan bu yaşımda takım değiştirecek halim yok, ama bugün takım tutmaya başlasam Beşiktaşlı olurdum" dediği için de seviyorum ben bu kulübü mesela... Sırf siyah beyaz olduğu için de sevebilirim, kim bilir? Neyse, girizgah üstteki gibi neticede. Asıl anlatmak istediğime geleyim. Futbolcuyu sevmek de böyle bir şey... İlla iyi futbolcu olmak zorunda değil, sevilmek için. İyi futbolcu olmak da yetmeyebilir, aynı şekilde; misal İbrahimoviç... Dönelim Beşiktaş'a... Ben Tabata'yı futbolcu olarak beğeniyorum fakat bu durum o adamı sevmem için yeterli bir sebep değil şimdilik. Ekstra bir şeyler sunmalı... Holosko'yu, örneğin, kafasız buluyorum çoğu zaman... Kafasız buluyorum ama çok da seviyorum adamı. O sahaya baktığımda yaptığı işten en çok keyif alan adam olduğunu düşünüyorum... Maç boyu eğilip eğilip, çoraplarını düzelttikçe geriliyorum, daha önce de dediğim gibi sinek cama vurur misali, rakip savunmaya çarpa çarpa top kaybettikçe deliriyorum ama seviyorum adamı... Örneğin Nouma... Bu adamı bir sürü insan manyaklıkları için seviyor! Tezahüratı güzel diye seven de var, yakışıklı ve piç diye seven milyon tane kız da var! Ben futbolculuğunu seviyor(d)um. Büyük futbolcu, büyük yetenek olduğundan hala da seviyorum. Henry'nin, Trezeguet'nin, Anelka'nın jenerasyonuna denk gelmese döneminin en büyük Fransız forveti olabilecek kadar yetenekli olduğunu biliyorum, defalarca da canlı tanık oldum... Attığı 70 metrelik isabetli pasları hatırladıkça gülümsüyorum, daha çok seviyorum. Kimi futbolcuyu iyi futbolcu olduğu için seviyor insan, kimi adamı da sırf seveceğinden seviyor... Daha bize o kritik golü atmadan sevmedi mi Fenerliler kazma Kezman'ı? Çok iyi futbolcu mu Kezman? Geleceğim yer şu, ben Yusuf geldiğinde her yerde söylendim; her yerde sövdüm herkese... Yusuf'un tek şansı vardı, çok iyi futbol oynamak. Başka hiç bir türlü sevemeyecekti bu tribün de adamı. Böyle şanssız, böyle kısmetsiz şekilde geldi adam... Bugün, ben Yusuf'un büyük hayranıyım, en önemli sebebi de kendisi. Bunu yaratacak kadar büyük etki yaratmak önemli hüner... Tabata sempatik görüntüsü ve iyi futbolculuğuna rağmen, ağır antipatiyle geldi Beşiktaş'a... Demirören - Kızıl ilişkisi, kulüpten bardaktan boşanan yağmur gibi akıtılan paralar, yükseltilmiş beklentiler, rakiplerin iyi başlangıcı derken adam Yusuf'tan da büyük yükle çıkıyor yola... Yusuf'un önünde 18 lig maçı vardı, kupa maçları da bonus olmak üzere... Tabata için ise 3 günde çıkılacak iki maç var bu sevgiyi kazanmak için! Aksi takdirde işi zor... Tabata'ya reçeteyi hemen yazalım öyleyse; 16 Eylül sabahına Beşiktaş 4 puanla uyanırsa, çok sevilirsin, 3'er puan yazmışsa her iki maça, üç günde Tümer Metin'in 5 senede yakalayamadığı sevgiyi yakalarsın... İki beraberlik ya da sadece bir Manchester galibiyeti de işini görür... Ancak bunların dışındaki sonuçlarda hep bir şeyler eksik olacak Tabata! Eksik olanları doldurmak için, iki kulvarda da bu dümeni doğrultmak zorundasın... Onu daha geçen sene izledik, iki sene üst üste aynı film oynamıyor memleketimde...
5 Eylül 2009 Cumartesi

Şampiyonluk resmi geçidi

kramponları parlak çocuklar indi sahaya antalya'da kavuran sıcak geçmiş başlara başkan tüttürürken sigarasını locada goller geliyor denize bakan kalenin dibinden daha ilk maç ilk heyecan derken düşüyor boyunlarımız aşağıya ne oluyorsa son yirmi dakikada oluyor şaha kalkıyor beşiktaş şaha kalkıyor takım iki farklı mağlubiyetten galibiyete koşuyor çocuklar bir hafta aradan sonra sevgilisiyle buluşuyor beşiktaş inönü'de ay doğuyor geceleyin ayışığında raks bir başka güzel onsuz geçen günlerin amına koyarak geliyor goller tribünden gözleri gülenler üçüncü haftada trabzon'da solgun bir futbol zevksiz, sıkışık bir maç kayıp riski olmayan iki hoca kendini kaybediyor hükümsüz ve golsüz bitiyor maç trabzon'da her yer leş gibi kötü futbol kokuyor ve bir hafta sonra ve bir kez daha inönü'de akşama ay parçası gibi düşüyor beşiktaş sağdan geliyor bobo soldan geliyor nobre ortadan geliyor bin atlılar meşin yuvarlak üç defa öpüyor fileleri boyunlar kalkıyor yukarı, herkes adı gibi emin beşiktaşım geliyor şampiyonluk geliyor beşinci haftada beklenen oluyor büyükşehir belediyemiz çalışıyor hakemimiz bülent yıldırım da ha keza durmak bilmiyor iki gol gidiyor çöpe kalecinin eli topun üstünde ilk ve son kez uygulanıyor kural beşiktaşımızın böğrüne berabere kalan çocuklar gibi hüzünbaz yenişmemiş bir geceye merhaba altıncı haftaya girmeden metalist deviriyor arabayı demirören fenalaşmış halde lucescu'nun evinde alıyor soluğu türkiye çalkalanıyor namağlup takımın hocasına darağacı kuruluyor sonradan gelen yalanlamalar boşa akıyor hacettepe karşısına beşiktaş menopoz teyzeler gibi çıkıyor aslan parçası batuhan noktayı koyuyor en berbat zamanda beşiktaş galip geliyor bir gün sonra ertuğrul gazi şehit oluyor ertuğrul kapıdan çıktı mustafa hoca tokmağı tuttu adımını attı yuvaya, anahtar teslim imzayı attı tesisin kapısı kapandı yönetime evvela parkeler değişti salonda sonra her şey... ankara adı kara havası ayaz on beş dakkada beşiktaş 7. haftada tello coştukça gülüyor mustafa hoca gençlerbirliği darülaceze birliği gibi üç farklı galibiyetle hocaya merhaba sekizinci haftada hırsla başlıyor kartal sezonun flaşı sivas'ın merceğini kapatıyor adeta sağdan soldan ortalar, yardımlaşmalar derken zapo büküyor ayağını, gelişine vuruyor mehmet yıldız cevap veriliyor en kısa zamanda ama son dakikaya kadar izin vermiyor ilahlar devamına kayseri'de 9. hafta taş gibi tolunay'ın askerleri sıkışık orta sahada geçen tatsızlığın ortasında son dakikalarda sağ bek atıyor gollerini ilk mağlubiyet işlenirken duvara mustafa hoca'nın hala gülüyor gözleri 10. haftada kocaeli zıpkın gibi dört büyüğün belalısı boş geçmiyor bizim kaleyi bir gol iki gol derken susuyor tribünler mazideki acılı günlere dönüşün şarkısı çalacakken bir anda nakavttan dönüyor karakartal şiir gibi oynyor çocuklar sanki peri tozu düşmüş üzerlerine 5 gol yağıyor kocaeli kale savunmasına şarkılar yeniden söyleniyor mustafa hoca'nın gözleri çakmak çakmak gülüyor 11. haftada kronik bela bursa tıklım tıkış azgın tribünler demirören ve şurekası yasaklı tribünde bursalı polis bile meyilli öfkeye devre arasında üşüyor zengin adamın elleri çay, kahve molasına ambargo! sahada gollere de ambargo golsüz bir akşam daha bursa'da efsane es-es 12. haftada konuk oluyor mabedimize iki golle uğurluyoruz tribünleri sivas, trabzon son dakika golleriyle coşarken fener toparlanıyor galatasaray güç topluyor beşiktaşımız geriden izliyor neferleri ve kadıköy'de 13. uğursuz gece bünyamin gezer namına yakışır geziniyor sahada en yumuşak ayaklı kibar yabancımız cisse kıpkırmızı oluyor iki aptal pozisyonda coşkumuz gömülüyor sahaya sesimiz kesiliyor adeta kadıköy'den umutsuzluk nehri akıyor beşiktaş'a 14. hafta inönü'de tribünler yılgın "söylesene bize hoca bu takım niye oynamıyor" puslu havada kartlar uçuşuyor havada kartalımız zirveden iyice uzaklaşıyor ikinci kez ankara takımı sahamızda 15. haftada güç bela ve tek gol holosko vuruyor 25. dakikada ve güç bela bitiyor maç korkular bir hafta daha erteleniyor rakipler durmak bilmiyor federasyonun yeni icadı 16. hafta ilk yarının son maçı sami yen'de rakip galatasaray delgado derdini anlatıyor mük-kemmel ingilizceli cüneyt kırmızısına davranıyor rüştü elini topun üstüne koyuyor orta hakem gol sevinciyle ortaya koşuyor skorbord 4 adet gs golü gösterirken soyunma odasının önünde 6. sıraya düşen takımın hocası koridorları inletiyor: "benim adım mustafa denizli ise bu takım şampiyon olacak" devam edecek...
4 Eylül 2009 Cuma

Hele Şükür

Bugün basında çıkan haberlere göre Mustafa Denizli'nin 4-4-2 sistemine döneceği ve Galatasaray maçına bu dizilişle çıkacağı söyleniyor: "Beşiktaş Teknik Direktörü Mustafa Denizli'nin takımdaki gol sıkıntısını çözmek amacıyla sistemini değiştirme kararı aldığı öğrenildi. Denizli'nin Galatasaray maçında takımını çift santrforla oynatmayı 4-4-2 sistemine dönmeyi kararlaştırdığı belirtildi. LigTV'nin internet sitesinin haberine göre; Hafta başından bu yana yapılan taktik antrenmanlarda bu sistemi deneyen Denizli'nin yeni transfer Tabata'ya orta sahada ofansif görev vereceği, ileride de Nobre'nin yanında Holosko ya da Nihat'ı oynatacağı öğrenildi." http://www.milliyet.com.tr/Spor/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=14&ArticleID=1135649&Date=04.09.2009&b=Yeni sistem: 4-4-2 Umarım haber doğrudur. Şayet bu dizlişle çıkarsak galibiyet şansımızın iki misli artacağını düşünüyorum. Ya siz?

Fevzi'nin Iskası

Sondan 5. haftaydı, Galatasaray'dan 5 puan gerideydik. Galatasaray dediğime bakmayın, Galatasaray'dan fazlasıydı o kadro, Hagi'si, Taffarel'i, Popescu'su, Suat-Okan-Emre gibi 7 cücelerden futbola transfer edilmiş böcek diye tabir ettiğimiz kene gibi yapışan presçileri, havada gördüğü her şeye kafa atan Hakan Şükür'ü, ceza sahasına girdikten sonra 3 adımda atlamada Marion Jones'a rakip olacak yegane Türk olan Arif Erdem'i, Fenerbahçeli Bilica'nın one-night stand takıldığı Capone'u, saha dışında güzel içinde çirkin kaptanları Bülent'i ile gerçek bir efsanedir o kadro. O sene UEFA'yı kaldıran kadro, Türkiye'de bir ara en yakın rakibi Beşiktaş'la arasındaki farkı 11 puana çıkarmış, ancak 12 maç üstüste kazanan Beşiktaş puan farkını 5'e kadar çekmişti. Bu 12 maçta, benim unutulmaz efsanem Ahmet Dursun'a bir nebze olsun yıpranmış ve yorgun efsanelerimiz Mehmet Özdilek ve Ertuğrul Sağlam eşlik etmiş, Ahmet Dursun'un mucizevi performansı lige tutunmamız sağlamıştı. Sıcak bir bahar akşamında, Tele On evimize giremediği için, bir kahveye doluşmuştuk umutları zula ederek. Avrupa'dan bize ne diyerek, Ahmet Dursun Fevzi tutsun gibi kötü bir bir espri yapmadan tavşan kanı çayları içerek izlenen ilk yarının sonuna doğru, sabık sarı esinti A.A.'nın yaptığı ortayı Şifo kafasıyla aşırarak golü kaydetmiş, zuladaki umutların 4 haftaki sonraki şampiyonluğu çağırmasını sağlamıştı. O efsane kadro karşısında çok iyi top oynadı benim biricik sevdam o gece... Ali Eren hiç bu kadar yakışıklı gelmemişti gözüme, Schaefer 32'sinden sonra sanki orta yapmayı öğrenmişti, Ertuğrul Türk futbol tarihinin en pahallı futbolcusu bir dönem bendim unutmayın der gibiydi. Jamal Sellami'yi yalnızca o maçta izleyen Real Madrid yönetimi, yaşlanan Hierro'nun yerine aranan kanı bulduk gibi talihsiz bir açıklama yapmıştı dersem, evet o zaman eşeği suya sokup sokup çıkartmış olurum. Nihat Kahveci bir maçlığına kepçe kulaklı değil, Tayfur Havutçu bir maçlık da olsa pelteklikten kurtulmuştu; işte öyle ruhani ve ilahi bir geceydi o gece... Sabık sarı esinti 2. yarıda ceza sahasında Bülent K. tarafından biçilmiş, adam öldürmeye teşebbüs olan pozisyon hakem Orhan Erdemir tarafından meşru müdafa sayılmıştı, meşruiyetin nerde olduğunu Hatemi Hoca bile anlamamıştı, ancak ne yazık ki yeşil sahadaki tek hakim kara gömleklilerden biriydi ve yine her zamanki gibi dediği olmuştu. Dakika 80'i doldurduğunda, tehlikeli sayılmayacak bir atakta ara parasına giren Sead Dost Halilagiç, Fevzi'ye büyük bir dost kazığında bulunuyor ve ona bir geri pası veriyordu. Doğup büyüdüğüm memlekette babamın garsonluk yapan bir öğrencisinin garip bir tiki vardı, ona hamsi diyenin annesini gayet net olarak en galiz şekilde halini hatrını sorardı, en garibi de bu adam bir balık lokantasında garsonluk yapmaktaydı. Fevzi de benzer bir tiki bu maçtan sonra edinmişti, gerçi ona hamsi demek yerine arkadaşları geri pası veriyordu tikinin gerçekliğini denemek için ve her defasında annelerinin kulaklarının çınlamasını sağlıyorlardı. 1-1 bitti o maç, son 10 dakkada çıkaramadık o golü... Gitti şampiyonluk, belki kazansaydık bile olamayacaktık. Fevzi iflah olmadı o maçtan sonra, kariyeri tam bir pike düşüşü yaptı, bu sırada eşi de onu çirkin biçimde çokçana üzdü diye duyuldu, o sıralar milli kaleci olan Fevzi, geri dönülmeyen yola doğru girdi ve gidebileceği en kötü kulüplerde oynadı. Hayatımın hatırı sayılı dramatik anlarından biriydi bu ıska. Zula yapılan umutlar, zulaladığınız ve bir arkadaşınızca bulunmuş bir çikolatanın hoyratça tüketimesi tadında silindi gitti. O maçtan sonra uzun süre gülümsemedim, 16 yaşımdaydım ve hayatımda yaşayabileceğim en tatlı melankolilerden birini yaşayabilmenin arifesindeydim. Tadına vara vara yaşadım o melankoliyi yaklaşık bir iki ay... Öylesine tatlıydı ki... Futbol hakkında konuşmaz oldum, henüz yeni müptelası olduğum CM'yi uninstall ederek CD'yi kendimin dahi bulamayacağım bir yere sakladım, halı sahanın önünden dahi geçmedim. Bahardı ve doğa canlanıyordu, bunları takip ettim, kimi zaman İlber Ortaylı Osmanlı tarihiyle ilgili benle söyleşi yapmak için evime misafir oldu, yalnızca onla görüştüm. Ve kendisi bir gün bana, arabalılar yani saraylılar takımından bahsedince, ona " Üstadım, bu konuda ben sizden daha üstadım" dedim ve melankoli orada son buldu. Elbette biliyordum İlber Ortaylı'nın Bafra'nın Gazipaşa Mahallesi'ne bir kez dahi uğramadığını ama, o melanoli bana böylesine bir hayali gerçek tadında yaşattı. O günden sonra attığım her ıskada, Fevzi Tuncay'ı hatırlar oldum. O ıska, Fevzi'nin yaşayabileceği muhteşem bir kariyeri heba etmişti, ben de her ıskada yaşanması artık namümkün olan güzellikleri düşünüp hayıflandım durdum. Ancak her ıskadan sonra, kısa süreli de olsa yaşadım kendi melanolimi ince ince... Her melankolinin sonu ise, İlber Hoca'nın bahsettiği arabalılar takımıyla son buldu... "Bazen sevinç, paso keder Beşiktaşım ömre bedel..." Not: Malum maçı hatırlamak isteyenlere: http://www.youtube.com/watch?v=js14K0V892Q

Sergen Yalçın Şiiri

Madem Beşiktaş şiirlerinden gidiyoruz, bu da benden olsun... kalmadı artık istanbul'dan esen deli rüzgar artık nihavend akşamlara yolculuk var bir deli çocuk vardı çimlerde ayağının altında bir dünya dünyanın altında bir ayak tam doksana vuruyordu tüm dileklerimizi ha bitti bitecek bir ömrün son girizgahında yarına saklı heyecanlarımız var o heyecanlar ki yarım söylenen şarkılara benzer beşiktaş'ta başlar şekerspor'da biter...

Kaan Dobra Şiiri

Yuki V.Ö.'den, Freak de ondan aldığı ilhamla Umut Sarıkaya'dan alıntı yapmış. Bir alıntı da benden ve yine Umut Sarıkaya... kaan dobra'nın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım off ne alakası var şimdi deyip dinlememezlik etme, dinle bi kere. kaan dobra takıma yeni gelmişti. yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı. maç neredeyse bitmiş.skor kesindi. hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaan'ı sahada herkes çok yorgundu. bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola. ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaan'a. aa kerize bak aa enerjike bak diye. ama hoca beğendi kaan'ın performansını diğer maçta daha çok yer verdi. bir diğer maçta daha bi çok. ve bugün kaan dobra, kaan dobraysao 89. dakika yüzündendir. şimdi gelelim sadede. ben de ilişkimizi kurtarmak için89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi koşuyorum, çırpınıyorum. gör performansımı diye. sev beni diye..."

Kartal Gol Gol Gol...

Senelerdir söyleyip duruyoruz, eyvallah rekor falan da kırıyoruz da; ilk defa anlam kazandı bu tezahürat sanki... Hani, stadda bağırılsın demiyorum, ilk defa Kartal Gol Gol Gol diyerek ciddi problemin gerçekten işaret edildiğini görüyoruz... Evvelden bağırırdık bunu, Gökhan Zan Alex'e kafa vurdurur, al sana gol; Cisse yerden kalkamaz al sana gol, Tuncay yılan gibi kıvrılır al sana gol... Şimdi dert harbiden bizim gollerde... Bir takım bu kadar mı kısır olur arkadaş? 7 maç seyret takım ıkına sıkına 4 gol atsın... Bunların üçünü seyircin kanlı canlı izleyemesin. Böyle işkence mi olur! O değil de, Gaziantep maçı gösterdi ki bizim tribün de şampiyonluk bekler dururmuş aslında... Bir garip hava, anlamsız... İsmail'e tepki göstermek ne demektir, bunu anlayabilen var mı? Ya da şu maçta Serdar Özkan'ı ıslıklayan, yuhalayan, ona söylenenler nasıl tribünde hissedilecek kadar fazla olabilir? Adam 7 maçta oynanan en iyi açık rolünü yapmış daha nolsun? Tribünde bir problem var, o kesin... Bende bile var, maça giremiyorum nedense... Hala mı açılmadı bu sezon? Bir gol rahatlatacak mı bizi, Nihat'ı rahatlatacağı gibi? Öyle öyle diye diye Eylül'ü gördük, Manchester United geliyor, Rooney geliyor, Giggs geliyor, hala mı giremedik sezona...

Cristiano Lucarelli ve Livorno Adana'da...

Bu adam Beşiktaş'a gelseydi, ikinci Kuntz vakası olsaydı... Zaten ne işi vardı Ukrayna'da falan? Anlayan beri gelsin, paraysa alası bizde değil mi... Adana'da bi Yüzevler'e uğrarlar artık (tribute to dalamar)... Bir de benim gittiğim şahane bi mekan vardı, havaalanından Hilton'a doğru devam eden ana cadde üzerinde sağda... İzbe bir kebapçı, şimdi gitsem, havaalanından koklaya koklaya bulurum yolunu o derece... Neticede Fatih Terim'i saymazsak, Adana candır... foto: ntvspor
3 Eylül 2009 Perşembe

Batsın bu dünya!

Eylül 2007... İş icabı, ekmek parası icabı yolladılar İran'a... Elimiz mahkum gittik... Kimse dinlemez tabii, Beşiktaş Marsilya'yla oynuyormuş, ediyormuş. Onlara ne... Televizyondan bile izleyemedik maçı. 256K internetle izlemek de mümkün olmadı... Radyo usulü MSN üzerinden kamerayla falan foto kareleri halinde takip ettik... Üzerinden iki sene geçti, şimdi aynı otelde 2M internet var, neyse icabı, halleder izleriz maçı elbet... Daha kötüsü olur mu....... ....oluyormuş... Uçaktayız bu sefer... İş icabı git derlerse gideceksin, dön deyince döneceksin... Ha, olur da 15 Eylül gecesi düşen bir Air France uçağı duyarsanız, anlayın ki yuki dayanamadı bu hasrete, maç ne durumda öğrenmek istedi, açtı telefonunu, aradı sağı solu...

Kurtarıcı Değilim!

Bugün sabah birkaç gazetede gördüm bu başlığı. Hemen hemen her gazete manşet yapmış. Beşiktaş'ın gol atamayışına derman olsun olsun diye alınan çiçeği burnunda oyuncumuz Rodrigo Tabata; BJK Tv'ye konuşmuş ve bu lafı da bir şekilde araya sıkıştırmış ve eklemiş: kazanırsak bütün takımla kazanırız, kaybedersek bütün takımla kaybederiz. Kendisine buradan "thank you captain obvious! you saved us again!" demek istiyorum.
O değil, ben, Beşiktaş'a az-çok sansasyon yaratarak 'forvete' transfer olup da, bu cümleyi kurmayan futbolcu daha görmedim. Transfer biraz gençse "Beşiktaş'ta kalıcı olmaya geldim"i de ekleyip bir sonraki sezon soluğu Anadolu'da alıyor; Futbol için 'orta yaşlı' tabir edilen yaşlarında ise "Kurtarıcı Değilim" diyerek güya gazını alıyor camianın kendince... Nasıl bir boğuyorsak artık, gelir gelmez nasıl bir paniğe giriyorlarsa, nasıl bir ruh hali görüyorlarsa bizde; adamlar mikrofonu görür görmez refleks olarak ilk iş "ben kurtarıcı değilim" demekte buluyorlar çareyi.

Basınla İlişkiler

Yaz döneminde basına sallamayı adet edinmiştik, ben hala daha o rehavetten kurtulamadım. Hoş, bu sefer basına sallamak yerine, bizzat bizim yönetimin basınla ilişkilerden sorumlu adamına sallayacağım. İsmini cismini bilmediğim bu arkadaşı, düpedüz tembellikle, iş bilmezlikle suçlayacağım. (jessie'nin dediği "gündüz finans, gece romantizm" esintilerinden de sıyrılırız biraz.) Ondan sonra da çuvaldızı bizzat kendimize batıracağım. Canı kıymetli olan okumasın.
Şimdi, dünkü Milliyet'te bir haber okudum. Şimdiye kadar haberlerin metnine, sunumuna, ifadelerine falan çok salladık, bu kısa vadede değişmeyecek kalitesizliği arada mizah niyetine gene sunarız, o sorun değil. Bu haberde de benzer esintiler var tabii, fakat benim dikkatimi çeken esas unsur; bu dönemde böyle bir haberin yazılabilmesi, bunun düşünülmesi.
Lafı fazla uzatmayayım, bahsettiğim haber metni şurada. Fenerbahçe'nin, bu sene nispeten astronomik ücretler ödeyip transfer ettiği fakat oynatmadığı iki "genç" oyuncu için, yardımcı antrenör Roland Koch, Aziz Yıldırım'a özel bir rapor sunmuş. Demiş ki, "Bu elemanlar süper, 5 yıl hizmet ederler." Özellikle vurgu yaptığı kesimler ise "Şimdiye kadar sakatlık nedeniyle forma şansı bulamadılar, ama bir iyileşsinler, off of."
Şimdi azıcık kafası çalışan bir adam, bu haberin ısmarlama bir haber olduğunu 100 metreden anlar. Bu haberin, Aziz Yıldırım'ın yaptığı hamleyi "doğrulamak" için, kopan transfer tantanalarını haklılaştırmak için yayınlandığı belli. Yoksa Koch'un başkana "Aziz başkan merak etme, çok sağlam adamlar bunlar" diye rapor yazacağı, bu raporun da Milliyet'te "özel haber" tadında yayınlanacağı yok. İki oyuncu için harcanmış 13.5 milyon Euro + iki oyuncu böylece önemsizleştirilecek, "beklenti" muhabbetine girilmeyecek. Ki zaten Fenerbahçe taraftarının bu transferleri sorguladığı da yok.
Bize gelelim. Tabata aşağı, Tabata yukarı. İsmail'e verilen paralar. Nihat'ın formsuzluğu. Ferrari mi Gökhan Zan mı? 2 aydır sürekli dönen haberler bunlar. Peki bu haberlere karşı şöyle bir PR çalışması yapılıyor mu? Tabata'nın geçen sene 11 golle Alex'le beraber Turkcell Süper Lig'deki en çok gol atan ortasaha oyuncusu olması ne kadar gündemde? Peki Tabata'nın kaç asist yaptığını kim biliyor? İsmail, Rıdvan, Onur hakkında Tayfur hiç rapor veriyor mu Demirören'e? (Sonra yorumlarda fitneci bile Onur kimdi yahu demek zorunda kalıyor..) Nihat'ın hırsı üzerine bir haber okuyor muyuz? Ferrari'nin korkulu rüyası X futbolcusu açıklama yapıyor mu?
Tabata, Ferrari, İsmail vs. Bu transferleri beğenirsiniz, beğenmezsiniz, kazık yemişizdir, maliyeti fazladır vs. Umurumda değil ne düşündüğünüz, fakat ne soracağınız önemli. Bu adamların, daha 1 ay geçmeden ipini çekecek kadar bizim görüşlerimizi şekillendiren dış faktörler; aynı huzursuzluğa Fenerbahçe içinde neden sebep olmuyor?
Bizim yönetim açıklama yapar birinci elden, saçmalar; resmi muhabirler İsmail Er ve Orhan Yıldırım'dır, takımı destekler gibi yapıp kösteklerler; A2 takımının teknik direktörü "Tabata Beşiktaş'a ancak baklava getirir" der; taraftar oyuncular daha oynamadan ipini çeker, ilk pas hatasında "Bu mu lan X milyon Euro'luk adam" derler. Elin oğlu Topuz ile Hurmacı'yı daha oynamadan parlatmaya çalışır, tepkileri minimuma çekecek haberleri yayınlattırır.
Hatırlar mısınız Topuz olayı sıcakken bu blog'da yapılan yorumları? Demiştik ki; "Fenerbahçe seyircisi Topuz'u bağrına basmaz bu saatten sonra, bize gelirse farklı olur, Fener forması giyip çıksa bile alkışlarız." vs. Peki Mehmet Topuz bize gelse, maliyeti İsmail'den az mı olacaktı? İsmail'in de Beşiktaş formalı pozları çıkmadı mı, o da bizim çocuğumuz değil mi? Peki İsmail'e bile 2 haftada laf etmeye başlayan tribün mü bağrına basacaktı Topuz'u?
Tamam, i.ne basın bunu da yazın, eyvallah. Bunu diyoruz sürekli. İyi de, basına veriliyor ısmarlama haber, basın yazıyor. Adam aldığı paraya, sattığı tiraja bakıyor, i.neliği nerede bunun? Sen de ısmarlama haber ver, yazsınlar. Sen de takımını olumlu gösteren haberlerin, olumsuz gösteren haberlerden daha çok sattığını ispat et, onu yazsınlar. Her yerde "Tabata 8 milyon mu?" diye isyan edeceğine "Olm 11 gol atmış adam aldık, kilidi açacak." de, kilidi açmasa da kiminin ağzı yüzü kilitlensin.
Romantizm eyvallah da; yeri geldi mi biraz burnu büyüklük yapmayı, yüzsüzlük etmeyi öğrenmemiz lazım. Yoksa İsmail'e el kol yapan, Tabata'yı ilk hatalı pasında ıslıklar, biz de seneye "Hah 8 milyon çöpe gitti" deriz gene.
Yönetim istifa ise, taraftar da istifa.
2 Eylül 2009 Çarşamba

Never Underestimate The Heart of A Champion

İngilizce kelime kullanmayı farklı bir şeyler söylüyormuş hissiyatıyla bir tutan dangoz zihniyetten pek ve çok nefret ederim. Ancak alıntı yaparken, bir de İngilizce'yse cümlenin orjinal hali genelde daha ilgi çekici olmakta. Tribünümüzde yıllarca yer alan artık efsaneleşmiş "The Champion of Our Hearts" pankartından ötürü biz Beşiktaşlılar'a çok tanıdık gelen bu cümle, bir Houston Rockets efsanesi Rudy Tomjanovich tarafından, şampiyon olunan sezonun peşine gelen sezonda kılpayı kalınan play-off'tan sonra gelen 2. şampiyonluk tarafından söylenmiş 1995'te. Berbat geçen normal sezondan sonra herkesçe alay konusu olan Rockets, Shaq'li Orlando Magic'i Hakeem'in muhteşemliğiyle süpürmüş ve tarihe geçmişti. Koçluğunun başlarında diyebileceğim bir dönemde, devasa adamların arasında çıkan kavgada aldığı yumruktan ötürü travma geçirip aylarca hastanede kalan Tomjanovich, yakalandığı o boktan hastalık sonucu geçirmekte olduğu kemoteropiden ötürü koçluğa ara vermiş durumda, ancak bu kez kansere karşı aynı cümleyi kurmakta ve direnmekte zalime! Denizli'de Toraman atıp şampiyonluk geldiğinde henüz şampiyon olduğumuzu idrak edememiş; Denizli'de olduğumu bilmeyen babam şampiyonluğu kutlamak için arayana dek pek bir şey hissetmemiştim. Babamın sesini duyana dek belki de sahadakilerin gerçekliğini bile halen sorgulamaktaydım, ancak hayatta en çok güvendiğim adamın bana böylesine hassaslaşacağım bir konuda kurulmuş olabilecek bir oyuna alet olmayacağına emindim. O ana kadar sıradan rutin bir maç sonrasından çok daha fazlasını yaşamakta olduğumu sanarken, o telefonu daha kapatmadan gözlerimden yaşlar boşaldı. Brad Pit gibi ağladığını zannedip Ferdi Tayfur gibi ağlayan biri olmama karşın, anın güzelliğinden ötürü Brad Pit'i dahi kıskandırmaktaydım görüntümle... Sonunda tekrar şampiyonduk, Beşiktaşım ve Beşiktaşım'ı çok seven bir çok sevdiğim çok ama çok mutlulardı. Sonra çok kez karşılaştığımız bir oyun sahneye kondu, yine bir şekilde gündem değiştirildi. Birileri, yarışına dahi ortak olamadığı tertemiz şampiyonluğumuzu, alamancıların deyimiyle döktüğü "oyro"larla gölgelemeye çalıştı, bize sürpriz gelmeyecek şekilde başardı da. Sonrasını biliyoruz, hepimizin farkında olduğu teknik, finansal ve oyuncu seçimi yanlışları, kaybedilen puanlar ve rakiplerin üstüste kazandığı bol gollü galibiyetler... 4 ay önceye dek, takımızda kendi formamızla şampiyonluk görmüş tek bir oyuncu vardı. Oysa şu an o kartal yüreklerinin bir dolusu siyah beyaz içinde şampiyonluk kupasını cilası olan Türkiye Kupası ile beraber kucakladılar. Bir dolu olumsuzluğa karşın hala ve hala biz son şampiyonuz. Fulya Projesi'ni tarihi bir verimsizlikle sonuçlandıran ve bol sıfırlı euro'ları akıtmakta çokça cömert davranan yönetimimizden ötürü ileriye umutla bakamayanlardanım. Buna karşın, son şampiyon sıfatını taşıyan takımıma Bafraspor muamelesi yapanları da zerre umursamamaktayım.Bizden başka kimse bize inanmıyorken ve birileri pota takmaktan bahsediyorken, yıllardır küheylan gibi döndüğümüz Ali Sami Yen'de yeni bir Üzülmez veya Koray Avcı çıkması şu günlerdeki en büyük temennim. Çünkü bazıları bir şampiyonun yüreğini çokçana hafife almaktalar. Simplex Tablosu, bugün tersmanyel temalı bir yazı yazmıştı, manyelin tersine de düzüne yok ihtiyacımız, kim olduğumuzu hatırlayalım ve nurlar içinde yatsın Vedat Abimiz'in deyimiyle Beşiktaş gibi oynayalım bu bile yeter bazılarına... (Vedat Abim be, şampiyonluğun geldiğini babası kutlayana dek anlayamayan ben, senin bizi bırakıp gittiğini de ancak sezon başladıktan sonra inanmaya başladım, haftalardır Vatan'da arayıp da göremediğim gülcemalini Kartalhaber'de hala görmekteyim, helal olsun size başlıklı yazını gördükçe gelen şampiyonluğu tekrar hatırlayıp keyiflenen ben, o yazının aylardır değişmediğini, ve daha beteri değişmeyeceğini düşündükçe rutubetleniyorum, nurlar içinde yatasın abim...)

Bırakın Seviyorum!

Madem Yuki'cim Vedat Özdemiroğlu'ndan girmiş, ben de Umut Sarıkaya ile devam edeyim... Tribünlerde bayan taraftar görmeyi tabii ki her uygar futbol seyircisi gibi ben de istedim yıllar boyunca ama sadece tribünde görmek istedim. Bi sarışın kız şekli var, sanırım sonradan boyatılmayla elde ediliyor o sarışınlık. Sanki kuaförde saçını öyle yaptırınca, formayı, özellikle Fenerbahçe formasını zorla giydiriyorlarmış gibi bir sarışınlık bu anlattığım. Top taca çıktığında ve yahut bi oyuncu sakatlandığı zaman ekranda formalı sarışınımız endişeli bi yüz ifadesi ile belirir, kamera bir iki saniye formalı ya da joker şapkalı sarışınımızı gösterir ve biz de bakıp bu sarışına, "hmm güzel kızmış, futbol adına sevindirici bi gelişme" diye içimizden geçiririz. Binlerce çilekeş taraftarın formalı sarışınla olup olabilecek bütün ilişkisi budur. Bir iki saniye bakarız ve sonra unutup onu yeniden Galli teknik adamlarla, Karadeniz ekibiyle ya da sakatlığı geçen siyahilerle ilgileniriz. Yattara'nın isminin geçtiği her espride ağız dolusu güler, gece hayatına düşkün futbolcular adına telaşlanırız. Bizler sıradan futbol izleyicileriyizdir. Ben futbolla ve takımımla ilişkimi, yıllar önce Beşiktaş'a entelektüel akımı olduğu sıralarda tekrar gözden geçirdim. "Futbol ve edebiyat", "futbol ve sanat", "futbol ve şiir", "futbol ve sol" diye makaleler okuya okuya hiç gereği yokken camiamdan soğudum, tribünlere küstüm. Biliyorum Futbol'a düzgün izleyiciyi çekmek amaçlanmış, iyi niyetli bir şeydi bu ama bende beklenen etkiyi yaratmadı be dostlarım. Ne yapayım, sevemedim. Bir türlü futbolla başka şeyleri yan yana yakıştıramadım... Ben futbolu bildiğim gibi seviyordum ki bir de ekstra anlam katmaya ne gerek vardı. Bir şeylerin tadını çıkarmak yerine, onu analiz edip, aşırı anlamlandırmaya başladığı anda masumiyetini yitirmeye başlıyor insan. Zaten binlerce erkek bir kadına ancak formalı sarışına yaklaştığımız kadar bir iki saniye yaklaşabiliyoruz, onlara gösteremediğimiz ya da göstermediğimiz en saf, en içten duyguyu takımlarımıza gösteriyoruz, bari bırakın da bildiğimiz gibi, olduğu gibi sevelim futbolu. Milyonlarca dolar verip Afrika'dan, Brezilya'dan adam getirtip sahalarda koşturuyoruz, kulüp başkanları pimaş gibi kalın puroları yakıp yakıp içiyor... Adnan Polat'ın, Yıldırım Demirören'in, Aziz başkanın yönettiği bir sektörle edebiyatı, sanatı ya da solculuğu nasıl yan yana getirmeyi başardınız ben gerçekten anlamadım. Ben bunun böyle bişey olduğunu, transfer sezonu diye bir şeyin olduğunu bilerek sevmiştim takımımı, öyle kabul etmiştim be abi. Belki çoğunuza göre alıngan ve gereksiz bir çıkış yapıyorum ama bana da hak verin azıcık. Futbol'u sadece futbol olduğu için sorgulamadan sevmiştim yıllar boyunca, şimdi biri çıkıp "futbol aslında sadece futbol değildir" dediği zaman seven bir insan olarak tabii ki alınganlık gösteririm. Belki de düşündüğünüz gibi saçmalıyorumdur, zaten ilgim azalacaktı da, bu durumu bahane ediyorumdur ama sebebi ne olursa olsun yıllardır gereken ehemmiyeti vermedim camiama. Birkaç derbiyi o da televizyondan izleyip, ertesi gün yorumları minibüste başkasının omzundan okuyarak normal hayatıma devam ettim. Bi gün kalkarsınız ve eski kız arkadaşınızın haftalardır aklınıza hiç gelmediğini fark edersiniz, "unutabilmişim" diye buruk bi şekilde sevinirsiniz. İşte Futbol'un aylardır hiç aklıma gelmediğini de o gün maç çıkışı trafiğe takılınca anladım. Dolmuştaki bir sürü insanla beraber yolda durmuş, trafiğin açılmasını beklerken biryandan da Dolmabahçe'nin önünde yürüyen taraftarları izliyordum. Birden O'nu gördüm. Sırtında "Mert Nobre" yazan bir formayla, sevgilisinin elinden tutmuş yürüyordu. İki kaybettiğim şey, futbol ve o, yani bütün geçmişim şimdi başkasının elinden tutmuş mutlu mesut ağaçlar altında yürüyordu. Geçmişimi elinde tutan adam ise ondan daha mutluydu, ellerini geçmişimin belinde gezdirerek gelecek planları yapıyordu belli ki. Belki de ciddi filan düşünmüyordur, sadece tadını çıkarıyordur, oynuyordur onla. Ayrılırken ne kadar "umarım hep mutlu olursun" dese de insan, yine de mutlu olmasını istemiyor. Biz yokken kahrolsun, mahvolsun, gün yüzü görmesin istiyor. Biz biri için geçmişte kalmışsak, mutluluk, güzel günler de bizle beraber geçmişte kalsın istiyoruz. Biz çok önemliyiz ya, biz yoksak hiçbir şey de olmasın istiyoruz. Ama öyle olmamıştı. Futbol da, Beşiktaş da, O da ben yokken dur durak bilmemişti, doludizgin ilerlemişti. Beşiktaş benim gibi üçüncü şahısların ilgisine muhtaç olmayan büyük şanlı bir spor kulübüydü. Kartal, yolunda emin adımlarla ilerliyor, kupaları leblebi gibi topluyordu. Alt yapıdan yetişen yeni yetenekler ben olmasam bile hocadan tam not alıyordu. O da ben yokken seviniyor, üzülüyor, hatta bir başkası için ağlıyordu. Ne Beşiktaş'ın, ne O'nun, ne de hiçbir şeyin üzerinde zerre etkimin olmadığını o gün çok iyi anlamıştım. İnsan olarak şu dünyada yaptığımız tek şey bir şeylerin veya birilerinin yanında belli bi süre bulunmak ya da bulunmamak. Başka bir şey değil. Aslında hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkileyemediğimiz gerçeğini nedense bir türlü kabul edemiyoruz. Hayat boyunca yaptığımız her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında sadece olması gereken oluyor, bize doğru ve ya yanlış gelmesi olmayacak anlamına gelmiyor ne yazık ki. Zaten ilerlemeyen dolmuşta insanlar, sıcaktan ve beklemekten oldukça sıkılmış, oflayıp, pufluyordu. Ben ise gözlerimi O'na ve sevgilisine dikmiş izliyordum. Giderek gözden kaybolmak üzereydiler. Birden dolmuşun otomatik kapısı açıldı. Zaten geçmişimle hesaplaşmışım, şu an nerede olduğumu unutmuşum, kapı açılınca geldik zannedip atlamak için hamle yaptım. Tek ayağım kaldırıma basmışken dolmuş birden hareket etti. Tek ayağımla kaldırımda seke seke dolmuşla beraber hareket ederken şoförün "birader, inmiyoruz, inmiyoruz. Çok sıcak oldu diye açtım. İnmiyoruz" diye bana bağırdığını işittim. Bu andan itibaren minibüste kalamazdım. Bi şekilde inmem lazımdı. Kalırsam "demek bu dolmuşun geri zekalısı da bu adammış" bakışlarına maruz kalacaktım yol boyunca. Zaten duygu dünyam karman çormandı, bir de bu baskıyı çekemezdim. Gittikçe hızlanan dolmuşun kapısından tuttuğum ellerimi bir anda bırakıp kendimi kaldırıma attım. Artık ne olacaksa olsundu. Biraz tökezledikten sonra düşmemek için minibüs istikametinde koşmaya başladım. Giden minibüsle belli bi istikamet boyunca bağıl hızda koşmaya başladım.İnsanlar hiçbir zaman mutlak bir duyguyu sonuna kadar yaşamazlar. Yani çok aşık biri sevgilisini aldatabilir, ya da ayrıldığı için çok mutsuz biri bi arkadaşının anlattığı bir şeye çok gülebilir. Buna şaşırmamak gerekir. Hissedilen duygular anlıktır, bütün güne yayılmaz. Yayılsa zaten hayat çekilmez. Yayılmaması normaldir yani. İşte ben de dolmuşta bir yandan geçmişimle hesaplaşırken, bir yandan da yanımdaki kızı ara ara kesip onla kısa vadeli gelecek planları kuruyordum. Ben minibüsün yanında koşarken minibüstekilerle beraber, sabahtan beri bakıştığım kız da bana şaşkınlıkla bakıyordu. Allahtan minibüs trafikte tekrar yavaşladı da üzerinde gelecek planları kurduğum kız geride kaldı. Yoksa gözden kaybolana kadar durmaya niyetim yoktu. Koşuyordum. Geleceğimi geride bırakmış, anlamsızca, sadece gözden kaybolmak için koşuyordum. İlerde küçük bir taraftar grubu kümelenmiş mini bir kutlama yapıyorlardı kaldırımda. Üzerlerine doğru kendimi durduramadan koşuyordum. Sanki onlara doğru koşuyormuşum görüntüsü vermek için, ellerimi pençe gibi yapıp havaya kaldırarak, "kartal gol gol gol, kartal gol gol gol" diye bağırmaya başladım. Beni hemen bağırlarına bastılar. "Kim lan bu kutik durduk yere geldi" diye düşünmesinler diye pençe yapıp koşarak yükselttiğim tempoyu ayakta tutmak için hemen ardı sıra üçlüye başladım. Mini taraftar kitlesi coştukça coşuyor, gitgide büyüyordu. Yıllar sonra tekrar taraftarın göbeğindeydim, duyamıyorum dercesine şımarıkça elimi kulağıma götürüp daha çok bağırmalarını sağlıyordum. Biri hemen elime bira tutuşturdu, beni yüksek bi yere çıkardı ve boynuma bi atkı astı. Ne olduğunu anlamadan geçmişimin bir kısmıyla kucaklaşmıştım. Sonra O ve geleceğini planladığı çocuk geldi. O her formalı sarışın gibi çok güzeldi, çocuk ise çok mutlu. Ben tekrar geçmişimin göbeğinde durmuş bağrıyor, bağırtıyordum. Az önce üzerinde gelecek planları yaptığım kız ise gürültümüzden rahatsız olmuş ve korkmuş bir şekilde iskeleye doğru ilerliyordu. Elimi şımarıkça kulağıma götürdüm. Umut SARIKAYA

Büyük Başkan El Salla

İngiltere, dünyanın en pahalı liglerinden birisi. Birçok İngiliz kulüp hakkında envai çeşit bilgiye sahibiz ama ben Manchester United'ın ne başkanının ismini bilirim ne de bir demecini okumuşumdur. Okuyan, gören varsa sayılıdır. Fazla olduğunu tahmin etmiyorum... Şimdi size Turkcell Süper Lig takım başkanlarının ismini sayın desem, tahmin ediyorum 10'u sahat geçersiniz. Zira hepsinin ayrı bir haber ajansı varmış gibi, harıl harıl çalışıyorlar. Her hafta spor gazetelerinde teknik direktörler, futbolcular kadar başkan ve yönetici tayfasının açıklamalarını görüyoruz. Adnan Polat Lig Tv muhabiri Bahri Havadır'a röportaj vermiş. Okudum deliye döndüm. İşte Havadır'ın soruları: "Son olarak Manisaspor’dan Ufuk’u transfer ettiniz. Ufuk için neler söyleyeceksiniz? Yapılan transferleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Galatasaray’ın kadrosu için neler söyleyeceksiniz? Takımın şu andaki durumundan memnun musunuz yoksa “daha iyi olabiliriz” diyor musunuz? Beşiktaş derbisinin ertelenebileceği yönünde iddialar var. Derbinin ertelenmesi için bir talebiniz olacak mı? Takımdaki arkadaşlık ortamından memnun musunuz? Bunun için neler söyleyeceksiniz? Seyrantepe’de son durum nedir? Çalışmalar ne zaman başlayacak? Transfer dönemi sona erdi. Yoruldunuz ancak taraftarları tatmin eden transferler yaptınız. Bunlardan birisi de Teknik Direktör Frank Rijkaard. Rijkaard hakkında neler söyleyeceksiniz?" Kaynak: http://www.maraton.com.tr/news.php?news_id=86263 Şimdi şu sorulara bakalım. Çıldırmamak elde değil, bir başkana bu soruların kaçı sorulur kaçı sorulmaz? Biz daha bunu öğrenemedik, bunun ayrımını yapamadık. Adnan Polat'ın işi saha içi teknik yorumda bulunmak değildir. Takımdaki arkadaşlık durumunu o düzenlemez, teknik direktörünü teknik açıdan değerlendiremez, futbolcularını masaya yatırmaz. Başkanın işi gücü bellidir. Evvela, bağlı bulunduğu kurumun sembolüdür başkan. Vizyonu ve misyonu yansıtan en tepede bulunan liderdir. Spor kulüplerinde bir başkanın asli görevi bu duruşu sergileyebilmektir. Başında bulunduğu kulübün maddi ve manevi değerlerini yüceltecek çalışmalara imza atmaktır. Kurumsallaşma, maddi duran ve dönen varlıkları artırma gibi konular asli görevleri arasında yer alır. Bakın, çok açık ve net yazıyorum. Bir başkan şampiyonluk sözü vermez, vermemeli. Veriyorsa o kulüpte problem vardır. Başkan yalnızca o şampiyonluğu sağlayacak ekibi görevin başında tutacağının sözünü verebilir. Sportif başarı teknik bir konudur, teknik direktörün ana konusudur. Adnan Polat, futbolun tekniğini, taktiğini çok iyi bilmek zorunda değil ki arkadaşım. Ha keza Yıldırım Demirören de Aziz Yıldırım da öyle. Size ne arkadaşım yeni transferlerin istatistiklerinden, şampiyonluk puanından, form grafiğinden. Siz zamanında ödemeleri yapın, yeni tesisler ve binalar kazandırın kulüplerinize. Önemli günlerde adam gibi kulübünüzü temsil edin. Gölge etmeyin başka ihsan istemez... Ben her Allahın günü bu adamların ismini, cismini gazetelerde ve televizyonlarda görmekten usandım. Adnan Polat önüne uzatılan mikrofona ne sorulursa cevap veriyor, Yıldırım Demirören her ay Çamlıhemşin Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı gibi her ay Beşiktaş Dergisi'nde ahkam kesiyor, Aziz Yıldırım kukla oynatır gibi yazılı ve görsel basındaki satın alınmış birkaç "gasteci" aracılığıyla fanatizmini ortaya döküyor. Büyüklerde durum böyle de altta farklı mı sanki? Küme düşmek üzere olan bir rakiple oynanan maçın devre arasında silahı şakağına dayayıp kendi soyunma odasına giren ve "yenilmeniz lazım" diyen başkanı unutmadık. Geçen sezon Raşit Çetiner ile on yıllar boyunca beraberiz deyip iki hafta sonra adamcağızı kapının önüne koyan başkanı da kolay kolay unutmayacağız. Sözün özü, ben artık ağzı ishal olmuş başkan, yönetici gömekten bıktım usandım. Adnan Polat'ın hangi dizilişi daha çok beğendiği, Aziz Yıldırım'ın meşhur Azizsilini, Yıldırım Demirören'in Beşiktaşlı futbocluda aradığı ahlaki ve mental özellikler beni hiç ilgilendirmiyor. Sizi de ilgilendirmemeli. İlgilendiriyorsa sizde de problem var demektir...

Alın! Verin! Ekonomiye Can Verin...

Rodrigo Tabata = 8,000.000 Euro İsmail Köybaşı = 5,500.000 Euro Matteo Ferrari = 4,500.000 Euro Nihat Kahveci = 4,250.000 Euro Fabian Ernst = 3,000.000 Euro Tomas Sivok = 4,700.000 Euro Tomas Zapotocny = 4,750.000 Euro Filip Holosko = 5,000.000 Euro Gordon Schildenfeld = 2,000.000 Euro Federico Higuain = 1,650.000 Euro Matias Delgado = 5,500.000 Euro Ricardinho = 1,700.000 Dolar Da Silva Bobo = 2,000.000 Euro Mert Nobre = 1,850.000 Euro Vedran Runje = 1,000.000 Euro Ailton = 3,500.000 Euro Jose Kleberson = 2,600.000 Euro Bu böyle gider... Aslında alış rakamlarınızın tek başına bir anlamı yok. Satışlara da bakıp yorum yapmak gerek; Fahri Tatan = 800.000 Euro İbrahim Akın = 600.000 Euro Vedran Runje = 1,000.000 Euro Suleymane Youla = 1,600.000 Euro Çağdaş Atan = 750.000 Euro Ailton = 300.000 Euro Daha 200.000 Euro daha fazla vermemek için gönderdiğiniz İbrahim Kaş'ı geri almak için kendisine ve kulübüne toplamda 1,500.000 Euro ödendiğini de söylemedim. Bonservisi de hala sizde değil. Gordon Schildenfeld, Tomas Zapotocny, Federico Higuain, Antony Seric... Liste uzun. Uğur Meleke'nin dediği gibi, Beşiktaş'ta işler 6+2+2 şeklinde işlemeye başladı. 2 Gol Atsın. Unutulur... Hayır en kötüsü de, "Tabata 2 gol atsın, unutulur" diyenler... Tabata değil 2 gol, 22 gol atsa maliyetini çıkartamıyorsa kötü transferdir. Ayrıca birileri unutacak diye Beşiktaş taraftarının çizgisini o unutanlar belirleyecek değil. Ne Malum Avrupa'ya Satamayacağımız? Bir de "Ne malum değerini katlayıp Avrupa'ya satamayacağımız?" cılar var. Onlarla da anlaşmak zor. En son Filip Holosko transferinde ortaya çıkmışlardı. Neticede değil Holosko'yu, hiç bir oyuncuyu satamadık. Satma ihtimalimiz mi vardı ki, o da ayrı konu. Holosko bu neticede. Hayır sattın diyelim, maliyeti bunun 7 Milyon Euro'ya yakın zaten, kar etmen olası mı? Holosko'yu, Bobo'yu 10 milyon euroya mı satacaktık ki? Nasıl bir hesap bu ben anlamadım. Senin bu oyuncuları o değerlere satabilmen için bir gerekli şart var; Hiç gevelemeden Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkacaksın. Yok eğer çıkamam diyorsan, demek bu oyuncular o bonservis seviyesinin oyuncuları değiller. Burada bir sıkıntı olduğu kesin. Oyuncular iyiyse, neden kimse gruptan çıkma ihtimalini konuşmuyor. Oyuncular kötü ise, -evet biz de onu diyoruz- o zaman doğru planlama nasıl yapılır onu konuşmak lazım, değil mi? Beşiktaş'ın grup üçüncülüğünü hedeflemeliymiş? Ne alakası var, Uefa Avrupa Ligi zaten senin bilmediğin bir yer değil ki? En kötü sezonunda dahi katıldığın bir kupa orası. Hedef o mu olmalı? Hedef o ise, harcama bu mu olmalı? Rodrigo Tabata bana grup ikinciliği konusunda katkı veremeyecekse, yahu ben o harcamayı neden yapıyorum o zaman? Muhebesebeci Miyiz Biz? Burada dolaylı bir etki söz konusu. "Rodrigo Tabata iyi oyuncu, ne kadar verdiklerinden bana ne" dendiğinde ortaya bir problem çıkıyor. Tabata'ya o paranın verilmesi ve verilmemesi neticesinde kombine biletlerin fiyatları değişmiyor bu doğru. Ama belki ondan da önemli bir şey değişiyor; Göz zevki. Şimdi göz zevkini hangi parametreyle ölçeceksiniz? İşte onun da ölçüm birimi biraz da para aslında. Elbette, bonservis ücretleri döneme, duruma göre farklılıklar arz edebilir ama neticede bazı genel kabuller vardır. "Rodrigo Tabata'nın bonservis ücreti çok fazla" dendiğinde bunu bir muhasebeci refleksi olarak değil de, o bedelle ulaşılabilecek hayallere uzak kalmanın serzenişi olarak algılamakta da fayda var. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Beşiktaş'ın son dönem yaptığı tüm transferlerin vadeleri seçim sonrasına itilmiş durumda. Tabata, Zapotocny, Sivok, Ernst... Skandal üzerine skandal... Neticede, olay dönüp dolaşıp şuna geliyor; Çekinmeyin... Alın... Verin... Ekonomiye can verin...

Ters Psikoloji

Ligin 4. haftasını ardımızda bıraktık. 4 maç sonunda elimizde 6 puan, atabildiğimiz 3 gol var. Şampiyonlar liginde 4. torbadan Wolfsburg’u çekeceğimizi zaten neredeyse adımız gibi biliyorduk. Veya benim tanıdığım Beşiktaşlılar haftalar öncesinden 4. torba takımlarını görür görmez bu işin eninde sonunda Wolsfburg ile neticeleneceğinin farkındaydılar. Haftaya tarihinin (yine) en iyi kadrosunu kurmuş Galatasaray ile Ali Samiyen’de derbimiz ve üç gün sonra Manchester United ile karşılaşmamız var. Ve biz geçen hafta Tabata’ya 8 milyon € verdik! Bütün bunları böyle söyleyince insan bir garip oluyor gerçekten. Peki bu tablo karşısında ben ne yapıyorum? Farklı takımları tutan arkadaşlarla yaptığımız futbol muhabbetlerinde Beşiktaş’ı nereye koyuyorum? Hemen söyleyeyim, mevzuyu direkt satıyorum. Bu sezon bizi geç diye başlıyorum. Hücum hattımızın organizasyon şaşkınlığından, transferde iyi başlayıp sonunu bağlayamamızdan, Nihat’ın daha olmadığından, belki hiç olmayacağından, Yıldırım Demirören’in hala Yıldırım Demirören olduğundan bahsediyorum. Şampiyonlar liginde başarıyı geçtim rekorumuzu! kırmasak bari diyorum. Peki bütün bunları söylerken inanarak mı söylüyorum? Gerçekten bu kadar karamsar olduğum için, isyan bayraklarını siyaha beyaza boyadığım için mi bu yorumları yapıyorum? Vallaha benim arkadaşlar kusura bakmasınlar ama, o pek öyle değil. Aslında Beşiktaş'ın inanmayanları şaşırtarak form tutmasını bekliyorum. Galatasaraylılar Ankaraspor karşısından biraz acaba diyerek ayrılmış olsalar bile genel olarak epey bulutların üzerindeler. Fenerbahçeliler Aziz Yıldırım’ın şampiyonluk sözlerine, ama daha önemlisi Daum’un bir şekilde Galatasaray tökezler tökezlemez liderliği alıp bırakmayağına inanıyorlar. Bende onları ayrı ayrı yakaladığımda inceden “evet abi, süpersiniz, mükemmelsiniz” diye gazlıyorum. Bu sene sizin takım tamam diye de ekliyorum. Ama ben Beşiktaş’tan ümidimi hiç kesmem ki. Romantiklik olsun diye de söylemiyorum. Duygusal olarak bu takım zaten kendisini tutana yaşattıklarıyla meşhur orası ayrı. Ama mantık olarakta oturmayan taşların yerine oturması için zamanımız var. Şu şöyle olsa bu böyle olsa diye teknik yorumlar yapacak değilim. Sadece elimizdeki kadro herşeyi yapabilecek güçte, buna inanıyorum. Sevgili rakiplerimiz birbirleriyle didişe dursunlar, efsane başkanları ve kadrolarıyla şampiyonluklarına inansınlar ona bir lafım yok. Daha öncede yazmıştım “Herkesin tuttuğu (takım) kendine” diye. Ben kendi çapımda uyguladığım ters psikolojiyle bu sezon sonunda bugün Beşiktaş hakkında “sizden cacık olmaz” diyenlere el sallamak üzere bekliyorum. Ha şampiyonluk olur, avrupa olur, kupa olur bilemem. Ama benim atkım, formam, montum herşeyim hazır. Sinsi gibi bekliyorum... Not: Ama Galatasaray ve Fenerbahçe bu sezon çok güçlü yeaa...
1 Eylül 2009 Salı

Zdravko Kuzmanovic

31/08/2009 Fiorentina-->Stuttgart = 8 Milyon Euro Şimdi 8 Milyon euroya transfer olan her oyuncuyu koyup bakın Tabata değil, bunu alabilirdik deme niyetinde değilim. Kuzmanovic'in benim için başka bir yeri var. Geçtiğimiz senelerde denk gelmiş ve Fiorentina - Livorno maçını Artemio Franchi'de izleme şansına erişmiştim. O günden aklımda kalan tek oyuncuydu Kuzmanovic. O maçı tek başına almış, işte modern orta saha oyuncusu dedirtmişti. 8 milyon euro karşılığında transfer olduğunu okuyunca ise insan ister istemez başka diyarlara gidiyor. Orta sahanın ortasında Fink-Ernst-Kuzmanovic üçlüsü fantastik bir üçleme olurdu. Bazen mutluluğa bu kadar yakın olup onu elde edememek daha fazla koyuyor insana...

Ara