2 Ekim 2010 Cumartesi
Beşiktaş'ın Davaları
Hatırlarsanız, Jean Tigana'nın alacakları konusunda Beşiktaş kulübüne açtığı dava Ağustos ayında reddedilmiş, Başkan Yıldırım Demirören de bunu büyük bir gurur kaynağı olarak birkaç yerde dile getirmişti.
Hadi gelin madalyonun öbür yüzüne bakalım. Son bilanço döneminde (Ağustos 2009 - 10 arası) Beşiktaş Kulübü aleyhine şu tanıdık isimler tarafından açılan davalar görülmüş: (İlamsız icra takibi: Alacaklının elinde kambiyo senedi ya da mahkeme kararı olmadığı zaman borcunu çekebilmek için başvurduğu yol.)
- Davacı, dava sebebi, dava kurumu, ödenen tutar.
1. Baki Mercimek, ilamsız icra, 74.035 Lira.
2. Stefano Marrone, ilamsız icra, 91.409 Lira.
3. Hürsel Tekinoktay, Genel Kurul'un iptali davası (2008'den kalma, sürüyor.)
4. Dynamo Ceske Budejovice Kulübü, Tomas Sivok'un transfer ücreti, FIFA'ya başvuru. 127.726 Euro ve %5'lik faiz.
5. Atletico Paranese, Nichika ve Parana kulüpleri, Kleberson'un transferinden dayanışma payı alacaklarının tahsili, FIFA'ya başvuru. Sırasıyla faizlerle birlikte 58.500, 15.210, 14.079 Euro.
6. Gordon Schildenfeld, Duisburg transferine ilişkin sözleşmeden alacak, FIFA'ya başvuru. 120.000 Euro.
7. Schalke 04, Ailton transferi sözleşmesine aykırı olarak hazırlık maçı yapılmaması, Almanya Bonn Bölge Mahkemesi'ne başvuru. 202.560 Euro.
8. Ricardinho, sözleşme alacağı, FIFA'ya başvuru. 685.000 Euro + %5 faiz.
9. Tomas Zapotocny, alacak, TFF'ye tam 9 ayrı başvuru. 25.000 Euro * 9 = 225.000 Euro.
10. River Plate, Higuain'in transfer alacağı, FIFA'ya başvuru. 616.000 Dolar + faiz. (dava sürüyor)
11. Hammarby, Erkan Zengin transferinden alacak, FIFA'ya başvuru. 135.000 Euro (100 bin Euro'luk ekstra ceza için dava sürmekte)
12. Centro Sporivo ve Santa Cruz Rec. kulüpleri ve Brezilya Futbol Federasyonu, Bobo'nun transferinden dayanışma katkı payı, FIFA'ya başvuru. Sırasıyla 10.635, 7.755, 14.354 Euro.
13. Mario Mamic, Schildenfeld'in transferinden menajerlik ücreti, FIFA'ya başvuru. 150.000 Euro + %5 faiz + 15.000 Frank yargılama bedeli.
14. Matias Delgado, iki senelik alacak, CAS'a başvuru. Transfer sebebiyle sadece 1 senelik alacak ödenmesi kararı. 1.435.000 Euro + 34.000 Frank yargılama bedeli.
15. Villarreal, Nihat transferi, CAS'a başvuru. 3.250.000 Euro + 15.000 Frank yargılama bedeli. (Ödemeye dostluk maçının gelirlerini de katmışız.)
16. Genoa Kulübü, Ferrari transferi, CAS'a başvuru. 2.500.000 Euro.
17. Batur Altıparmak, Rüştü transferinin menajerlik ücreti, TFF'ye başvuru. 167.110 Euro.
18. Gökhan Zan, alacak, TFF'ye başvuru. Dava sürmekte.
19. Antony Seric, alacak, TFF'ye başvuru. 265.000 Euro + 11.104 Lira Harç + 14.954 Lira vekalet ücreti.
Bakın yukarıda, Schalke 04 ile hazırlık maçı yapmayı unuttuğumuz için tazminat ödediğimiz gerçeği var. Bir sürü davalar sonucunda ekstra ücret ödemesi yaptığımız gerçeği var. Neredeyse hiçbir yabancı kulübe parayı zamanında ödememiş olduğumuz gerçeği var. Bu seneye kadar Baki Mercimek'e borçlu olduğumuz gerçeği var. Delgado'nun "alacak karşılığı gönderilmesi" masalının iç yüzü var. Villarreal ile bu sene hazırlık maçı yapmamızın sebebinin adamlara olan borcumuz olduğu gerçeği var.
Bunlar sadece 2010 bilanço yılına ait. Daha geriye gittiğimizde, Eduard Cisse, Bobo, Manisaspor, Bursaspor, Juan Fran, Lamine Diatta'nın da bize dava açmış olduğunu görüyoruz.
Ve tüm davalar sadece bunlar da değil, sadece futbol ile ilgili olanları aldım. Daha birçok alakasız kurumun alacak verecek davaları mevcut. İsteyen kendisi okur da görür, dosya burada, Not 22 başlığının altında bu davalar.
Taraftar forma alacak, maça gidecek, destek olacak; ama bu paralar sonra avukat ücreti, tazminat, el konulan gelir olacak...
Kulüp bizim geyiğine yayınladığımız düzmece belgeleri yalanlayacak vakti buluyor, kendilerinden ricam bunları da bir zahmet yalanlamaları eğer yapabiliyorlarsa.
Sonsöz: Beşiktaş Kulübü çok iyi yönetiliyor, hiç mi hiç şüpheniz olmasın.
Not: Eğer bilançonun nasıl delik deşik olduğunu da merak ediyorsanız, şu linkte tarafımdan yazılmış yorumlara da bakabilirsiniz.
Not2: KAP'ın sitesinden dosyayı mezkur dosyayı göremeyenler için Rapidshare ve Scribd linkleri.
*Ekşi Beşiktaş özel araştırmasıdır. İsim belirtilmeden kullanılamaz.
Etiketler:BJK Yönetim Kurulu,Davalar,Hukuk,semioticus,Shelbyl | 25
Yorum
1 Ekim 2010 Cuma
75 Milyon Dolar Kredi?
---
BEŞİKTAŞ FUTBOL YATIRIMLARI SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Özel Durum Açıklaması (Genel)
Özet Bilgi : Şirketimiz 75.000.000.-USD kredi kullanacaktır.
AÇIKLAMA:
Denizbank A.Ş., Şekerbank T.A.Ş. ve Bankpozitif Kredi ve Kalkınma Bankası A.Ş.'den oluşan bankalar konsorsiyumu ile Şirketimiz arasında; kısa vadeli borçların orta vadeye yayılması ve işletme sermayesini karşılamak üzere, ilk 1 yıl anapara ödemesiz, 6 yıl vadeli 75.000.000.-USD tutarında bir kredi sözleşmesi imzalanmıştır.
---
Beşiktaş'ın mali durumu iyi değil. Geçtiğimiz günlerde borsada hisselerin %5'i daha satışa sunuldu. İlk etapta klasik taraftar refleksiyle; 'kulübü mü satıyorlar?' diyebilirdik. Fakat Referans Gazetesi genel yayın yönetmeni, Ntvspor'da katıldığı yayında konuyu yorumlarken; 'Beşiktaş hisseleri iyi durumda değil, yatırımcısını mutlu etmez; eğer %5'lik satış gerçekleşirse büyük iş yapmış olurlar. Ama bu dönemde bu hisseleri alacak kişi ya bir spekülatördür, ya da takıma gönülden bağlı bir insandır' mealinde konuştu. Hiç de iç açıcı değil tabi bunları duymak.
Şimdiyse 75 milyon dolarlık kredi haberi geliyor. Borsadan, mali politikalardan vs çok da anlamam; 75 milyon dolarlık kredi sonunda büyük bir 'yatırım' yapma amacıyla alınmadıysa bunu hayra yormak mümkün değil sanırım. Ki elimizdeki yatırımların da gelirleri kırdırılmıştı zamanında.
İyi yönden bakarsak; batmış bir işletmeye veya finans çevrelerinin gözünde umutsuz bir vakaya, devlete ait olmayan bir kurumun bu kadar ciddi bir miktarı kredi olarak vermesi beklenemez. Amiyane tabirle de; kimse babasının hayrına veya merhametinden 'para' vermez.
Demem o ki, kulübün mali durumu nedir, bu krediye neden ihtiyaç duyulmuştur.. Kulübün hala yüksek miktarda kredi sağlayabilmesini olumlu bir durum gibi okuyabilir miyiz, bize katkıları ne olacaktır.. Neden ve muhtemel sonuçlarıyla açıklayabiliyor mu yeni yönetim ve onların danışma kurulu bu krediyi? Yoksa aynı tas aynı hamam mıyız yine? Nihayetinde sanıyorum ki bu meblağ sıradan bir borsa bildiriminden çok öte.
Etiketler:75 milyon,kredi,Purplepurple | 45
Yorum
Beşiktaş Hanımeller JK olsak mı?
Sonunda beklenen oldu işte. Nedir o diyenlere hemen belirtelim, Beşiktaş İnönü Stadı’nın adı, Beşiktaş Fiyapı İnönü Stadı olarak değişti. Yani Demirören’in büyümek ve ileri gitmek için tek çare olarak gördüğü sponsorlardan birine stadımızın ismini teslim ettik. Kiminin Şeref Bey, kiminin Dolmabahçe, kiminin İnönü dediği stadın adı artık Fiyapı. Bu hamleyi olumlu bulanlar var, onlar kulübe para akışının sağlanması gerektiğini, bunu becermek için stadın adının da, kulübün adının da sponsorlara kiralanabileceğini düşünüyorlar. Basketbol takımının adı nasıl Beşiktaş Cola Turka ise, futbol takımının adı da yarın Beşiktaş Hanımeller JK olabilir mesela. Ne de olsa sponsordan para gelecek ve o paralarla Q7’ler, Robinho’lar gelecek takıma.
Amenna...Futbolu tamamiyle kontrolü altına alan, bir halkla ilişkiler ve reklam çalışması olarak yeşil sahaların gücünden faydalanmak isteyen markaların futbola verdiği zarar başka ve çoook daha uzun bir postun konusu. Yalnızca bu güzel oyunun, bu ilerleyiş ve endüstri mantığı sebebiyle artık oyun olmaktan çıktığını, kazanmak için her yolun mübah olduğu bir gladyatör dövüşüne dönüştüğünü, futbolcuların sponsorlar elinde oyuncağa dönüp, taraftarın yalnızca müşterileştirildiğini belirtip bu bahsi şimdilik kapayalım.
Gelelim bugünün mevzuuna; Fiyapı dediğimiz kurum şöyle bir şeydir. Sırf bunun için bile benim içime sinmez bu isim. Ben halkın takımıyım deyip, taraftarlarımızın çoğu işçi sınıfından geliyor, yoksullar destekliyor bu takımı deyip bu işe onay vermek vicdana sığmaz. Öyle bir şey yok diyenlere de Fabian Ernst’in Beşiktaş taraftarını tanımladığı açıklamasını hediye olarak gönderiyorum.
Gelelim ikinci mevzuya. Fiyapı, Medical Park ya da herhangi bir firma. Adının bir önemi yok. Stadınızın ismini bir firmaya satmak, kiralamak temelden karşı olduğum bir durum. Çünkü; bir takımı farklı kılan, ilgi çekmesini sağlayan, yandaşlarının o yönüyle gurur duymasına vesile olan bazı yönleri vardır. Fenerbahçe dünya yıldızlarını getirmekle ve Türkiye’nin en büyüğü olmak iddiasıyla gurur duyar, Beşiktaş ise altyapısından yetiştirdiği ve kendisine paha biçilmez sevinçler yaşatan altyapı oyuncularıyla. Real Madrid göğüs reklamından en büyük parayı kazanan kulüp olmakla gurur duyar, Barcelona ise formasına reklam almamak ya da Unicef logosunu orada taşımakla. Chelsea Abramovich’in petrol paralarıyla getirdiği yıldızlarının kazandırdığı şampiyonluklarla gurur duyar, Liverpool Shankly ruhunu hala yaşatmak ve bunun gereği olarak Gillet&Hicks ikilisine her türlü gideri yapmakla. Bu örnekleri herkes kafasına göre çoğaltabilir. Burada anlatılmak istenen, kulüplerin borsadaki kağıtlarından, kazandıkları maçlardan, aldıkları kupalardan bağımsız olarak bir ruha sahip oldukları ve o ruhu koruyabildikleri ölçüde varlıklarını devam ettirdikleridir.
Ben, Beşiktaş’ın Türkiye’de aykırı olma iddiasına sahip olabilecek tek takım olduğuna yıllardır inanırım. Özkaynak düzeniyle takımını örgütlemesinden, cazgır başkan ekolüne yıllarca direnmesine; tribünlerinde hiçbir statta görülemeyecek pankartlarından, şerefli ikincilikleri sessizce kabullenmesine kadar birçok gerekçesi vardır bu durumun. Ancak bunların hiçbiri, “Biz de sponsorlardan para kazanmalıyız, rakiplerimizin kırmızılı olanı stad adını milyon dolara satarken biz öyle bakmamalıyız, biz de bu oyunu aynı kurallarla oynamalıyız” diyen insanlar için muhtemelen bir şey ifade etmiyordur.
Biz de stadımızın adını satıp oradan 3 trilyon elde etmeliyiz, yani Nobre’nin falan yıllık kazancını o parayla karşılamalıyız değil mi? Peki bizi ne ayıracak o zaman diğerlerinden, Beşiktaş dendiğinde Türkiye’de ya da dünyada hangi yönüyle akıllara gelecek bu koca kulüp, Robinho’ya 20 milyon avro verdiği iddia edilen ama topçuyu memlekete getiremeyen bir takım olarak anılmak dışında? Herkese benzemek, bu oyunu bize dayatılan bu iğrenç kurallarla oynamak, gözle görülür şekilde vahşileşen futbol endüstrisine tek söz etmeyi akla dahi getirememek ve Beşiktaş’ı da aynı torna tezgahından geçirmeyi istemek benim kabullenebileceğim şeyler değil. Ben bu takımın kültürüyle, geleneğiyle, tarihiyle gurur duyuyorum ve Beşiktaş’ın büyüklüğünü plazalara bakarak tanımlayan bir başkanın ekolünden gelen insanlara da tahammül edemiyorum.
Maç Yazısı: Rapid Wien - Beşiktaş
Futbol maçlarının, yaklaşık olarak da olsa, dakika ve skor akışını tahmin etmek imkansıza yakın. Kimin kazanacağını bilebilirsiniz, emin de olabilirsiniz; ama bu nasıl olur-maçın senaryosu nasıl şekillenir; tahmin edemezsiniz. Maçın konusu ise çoğunlukla tahmin edilebilirdir. Bu maç da konusu itibariyle gayet beklenildiği gibi kağıda aktarıldı.
Beşiktaş yine dizilişi, orta sahasında kullandığı adamların tanımlarının ne olduğu farketmeden; oyunu çok ileride kurdu. İhtiyaçtan değil, artık iyice yerleşmek üzere olan oyun mantığıyla aksiyonu karşı alana yıktı. Öyle ki, geçtiğimiz haftaki Fenerbahçe deplasmanı olmasa; şu maçtan sonra en büyük merakım en üst düzey maçlarda takımın oyununun nasıl evrileceği olurdu. Onun cevabı Kadıköy'de verildi. Orda ilk 25 dakikada görüldü ki, 'Beşiktaş takımı' (Sergen selam) 'ben rakibe göre önlem alabilirim ama kendi oyunumdan ödün vermem' diyor. Ayağa pas, hareketli oyun ve 'orta saha geçilmez' mantığı yine sahnedeydi.
Eminim Schuster takımın her oyuncusunun, oyunun her anında bir aksiyon içinde olmasını istiyor. Savunmada veya hücumda, topa yakın olsan da-olmasan da; bireysel olarak alabileceğin daha iyi bir pozisyon her zaman vardır ve sen onu aramak zorundasın. Sanırım yüksek pas yüzdesinin ve orta sahada başarıyla topu kapıp ona hükmedebilmenin anahatarlarından biri bu.
Belli ki Porto karşısında da bu mantığın muhtemelen daha makul versiyonunu göreceğiz ve 'beraberlik istiyor olabilirim ama polemiğe girmem, önce o topu bana ver' denecek.
Rapid bugün muhtemelen böyle bir oyuna hazırlıklı olsa bile istekli değildi. İlk 5 dakika dengede bir orta saha mücadelesi kurmaya çalışsalar da, kısa süre içinde yıkıldı oyun Rapid'in üstüne. Bu da Beşiktaş'ın topa hükmetmesinin ve oyunu karşı sahaya yıkmasının rakiplerin Beşiktaş'ın silahlarından korkup önlem almasının sonucu değil, kaçamadıkları bir son (veya başlangıç) olduğunu göstergesi. Açıkçası bu da benim şimdiye dek izlediğim en alışılmadık ve memnun edici Beşiktaş'ı ortaya çıkarıyor.
Bu Beşiktaş muhteşem son bölge hamlelerinin ve ardı arkası kesilmeyen pozisyonların yaratıcısı değil, bunu tabi kabul etmek gerek. Ama henüz 2-3 aylık ve muhtemelen gelişmekte olan bir takımdan bahsediyorsak daha da ümitlenebiliriz. Son dakikalara 2-1 veya 1-1 de girsek; taraftarın içinde bir rahatlık var. Bu nasıl olsa atarız veya yemeyiz rahatlığı değil; belki ilginç gelebilir ama; 'olmasa da olur' rahatlığı. 90. dakikada sıkışıklığa kalmayalım diye ufaktan merdiven boşluğunda maçı izlemeye başlayan taraftarlar tedavülden kalkmış durumda. Son düdüğe kadar Beşiktaş'ın seyircisine verdiği bir şeyler var. Aynı bugün Rapid maçında olduğu gibi..
Orta sahada kaptırılan topu derhal geriye koşup kendini güvende hissedeceğin bölgede karşılamak değil de; hemen orda geri alıp, hem de oyun kurma iştahı bugünkü Rapid maçının 'highlight'ı belki de.
Ne var ki, bunca umut verici veya keyif verici durumun yanında; savunmada hala beklenmedik hataları izliyoruz. En güvendiğimiz adam en basit çalımı yiyebiliyor. Rapid'in ilk golünü kaç Beşiktaşlı dengesiz hamleleriyle hazırladı ve peşinden izledi; yer kamerasından izleyince kolaylıkla sayabildik. Yine de savunma oyuncularını kötüydü diye silemiyoruz. Aynı adamlar kalenin '45 metre' ilerisinde 'soon andaa' hamleleriyle pozisyon önlüyorlar ve oyun kurma adına seçeneklerini arıyorlar.
Bu kadar Polyannacılığa rağmen, iyi yönden bakamayacağımız bir durum var ki; yenen bir golden sonra Beşiktaş'ın tüm hatlarıyla dengesi bozuluyor. Geçtiğimiz senelerden alışıldık bir tablo ortaya çıkıyor. Bunu Fenerbahçe maçında en acımasız haliyle hissettik, bugün Rapid maçında da yaşadık. Sanki Schuster bir mekanizma kurmuş, futbolcular o mekanizmanın parçası ve çarka çomak sokulmuş gibi herkes gerçek dünyaya, insanlığına dönüyor. Sıradan takımlar önünde dahi ne yaptığını bilemez oluyor. Ta ki bir 'mola' anına dek. Bu Fenerbahçe maçında devre arası oldu. Rapid maçında bir kaleci hatası. Bunu yine önemli bir maçta 55. dakikadan 90. dakikaya yaşamak kabusların en büyüğü olur.
Dediğim gibi şimdiye kadar anlattığım her şey bu seneki Beşiktaş'ı ve aynı zamanda Rapid maçını anlatıyordu. Senaryo yine farklı oldu.
Son olarak da bir kaç adamdan bahsetmeden gitmek olmaz diyerek;
Hilbert'in sağ bekte olmasından ziyadesiyle memnunum. Ve orda kalmasını, takımın sağ beki olarak ilk algılanan adam olmasını diliyorum.
Tabata'nın oyun bilgisini ve yeteneklerini en doğru ölçüde tartabilip, tarttığının üstüne elinde olmayanı koymaya çalışmamasını ve akla Tugay'ın orta saha algısını getiren oyununu her maç takdir etmeye başladım.
Holosko'nun yine ve yine -maalesef- elinde olmayan yetenekleri sergileme çabasından ve oyun bilgisinin çok düşük seviyede olmasından rahatsızlık duyuyorum. Bobo'nun bu böyle yapılır göndermesini almıştır umarım.
Bobo ve golü demişken; gole gittiği pozisyonda tek ayak üstünde ve ofsaytta yakalanmışken; hem akıştan kopmayıp hem de ofsayttan kurtulmak için beklediği bir an ve topla ofsayta düşmeden buluşması, gol vuruşundan çok daha değerliydi bence.
Ernst için bir şey söylemek hiç birimizin haddi değil. Susup izlemekten başka yapacak bir şey yok.
Ps. Quaresma'yı 2-3 hafta futboldan koparacak olan sakatlığı için, biz milli maç arası girdi neyse ki derken, o Portekiz kadrosundan ayrı kalacağı için gözyaşlarına boğulmuş. Birden tokat gibi yüzüme çarptı bu da. Büyük geçmiş olsun. Onun üzüntüsü, yani takımın bir parçasının sakatlığının üzüntüsü, olası bir 3 puan kaybından daha fazla etkiledi beni. Özlediğimiz Beşiktaş da buydu açıkçası.
..İlhan Mansız'a üzülürmüşçesine.
Not: Fotoğraflar ntvspor.net ve haberturk.com'dan alınmıştır.
ps. haberturk'ün maç fotoromanını tavsiye ederim, harika fotoğraflar var.
Rapid bugün muhtemelen böyle bir oyuna hazırlıklı olsa bile istekli değildi. İlk 5 dakika dengede bir orta saha mücadelesi kurmaya çalışsalar da, kısa süre içinde yıkıldı oyun Rapid'in üstüne. Bu da Beşiktaş'ın topa hükmetmesinin ve oyunu karşı sahaya yıkmasının rakiplerin Beşiktaş'ın silahlarından korkup önlem almasının sonucu değil, kaçamadıkları bir son (veya başlangıç) olduğunu göstergesi. Açıkçası bu da benim şimdiye dek izlediğim en alışılmadık ve memnun edici Beşiktaş'ı ortaya çıkarıyor.
Bu Beşiktaş muhteşem son bölge hamlelerinin ve ardı arkası kesilmeyen pozisyonların yaratıcısı değil, bunu tabi kabul etmek gerek. Ama henüz 2-3 aylık ve muhtemelen gelişmekte olan bir takımdan bahsediyorsak daha da ümitlenebiliriz. Son dakikalara 2-1 veya 1-1 de girsek; taraftarın içinde bir rahatlık var. Bu nasıl olsa atarız veya yemeyiz rahatlığı değil; belki ilginç gelebilir ama; 'olmasa da olur' rahatlığı. 90. dakikada sıkışıklığa kalmayalım diye ufaktan merdiven boşluğunda maçı izlemeye başlayan taraftarlar tedavülden kalkmış durumda. Son düdüğe kadar Beşiktaş'ın seyircisine verdiği bir şeyler var. Aynı bugün Rapid maçında olduğu gibi..
Orta sahada kaptırılan topu derhal geriye koşup kendini güvende hissedeceğin bölgede karşılamak değil de; hemen orda geri alıp, hem de oyun kurma iştahı bugünkü Rapid maçının 'highlight'ı belki de.
Ne var ki, bunca umut verici veya keyif verici durumun yanında; savunmada hala beklenmedik hataları izliyoruz. En güvendiğimiz adam en basit çalımı yiyebiliyor. Rapid'in ilk golünü kaç Beşiktaşlı dengesiz hamleleriyle hazırladı ve peşinden izledi; yer kamerasından izleyince kolaylıkla sayabildik. Yine de savunma oyuncularını kötüydü diye silemiyoruz. Aynı adamlar kalenin '45 metre' ilerisinde 'soon andaa' hamleleriyle pozisyon önlüyorlar ve oyun kurma adına seçeneklerini arıyorlar.
Bu kadar Polyannacılığa rağmen, iyi yönden bakamayacağımız bir durum var ki; yenen bir golden sonra Beşiktaş'ın tüm hatlarıyla dengesi bozuluyor. Geçtiğimiz senelerden alışıldık bir tablo ortaya çıkıyor. Bunu Fenerbahçe maçında en acımasız haliyle hissettik, bugün Rapid maçında da yaşadık. Sanki Schuster bir mekanizma kurmuş, futbolcular o mekanizmanın parçası ve çarka çomak sokulmuş gibi herkes gerçek dünyaya, insanlığına dönüyor. Sıradan takımlar önünde dahi ne yaptığını bilemez oluyor. Ta ki bir 'mola' anına dek. Bu Fenerbahçe maçında devre arası oldu. Rapid maçında bir kaleci hatası. Bunu yine önemli bir maçta 55. dakikadan 90. dakikaya yaşamak kabusların en büyüğü olur.
Dediğim gibi şimdiye kadar anlattığım her şey bu seneki Beşiktaş'ı ve aynı zamanda Rapid maçını anlatıyordu. Senaryo yine farklı oldu.
Son olarak da bir kaç adamdan bahsetmeden gitmek olmaz diyerek;
Hilbert'in sağ bekte olmasından ziyadesiyle memnunum. Ve orda kalmasını, takımın sağ beki olarak ilk algılanan adam olmasını diliyorum.
Tabata'nın oyun bilgisini ve yeteneklerini en doğru ölçüde tartabilip, tarttığının üstüne elinde olmayanı koymaya çalışmamasını ve akla Tugay'ın orta saha algısını getiren oyununu her maç takdir etmeye başladım.
Holosko'nun yine ve yine -maalesef- elinde olmayan yetenekleri sergileme çabasından ve oyun bilgisinin çok düşük seviyede olmasından rahatsızlık duyuyorum. Bobo'nun bu böyle yapılır göndermesini almıştır umarım.
Bobo ve golü demişken; gole gittiği pozisyonda tek ayak üstünde ve ofsaytta yakalanmışken; hem akıştan kopmayıp hem de ofsayttan kurtulmak için beklediği bir an ve topla ofsayta düşmeden buluşması, gol vuruşundan çok daha değerliydi bence.
Ernst için bir şey söylemek hiç birimizin haddi değil. Susup izlemekten başka yapacak bir şey yok.
Ps. Quaresma'yı 2-3 hafta futboldan koparacak olan sakatlığı için, biz milli maç arası girdi neyse ki derken, o Portekiz kadrosundan ayrı kalacağı için gözyaşlarına boğulmuş. Birden tokat gibi yüzüme çarptı bu da. Büyük geçmiş olsun. Onun üzüntüsü, yani takımın bir parçasının sakatlığının üzüntüsü, olası bir 3 puan kaybından daha fazla etkiledi beni. Özlediğimiz Beşiktaş da buydu açıkçası.
..İlhan Mansız'a üzülürmüşçesine.
Not: Fotoğraflar ntvspor.net ve haberturk.com'dan alınmıştır.
ps. haberturk'ün maç fotoromanını tavsiye ederim, harika fotoğraflar var.
Etiketler:maç yazısı,Purplepurple | 35
Yorum
30 Eylül 2010 Perşembe
UEFA Avrupa Ligi / Rapid Wien - Beşiktaş
Etiketler:Rapid Wien,Uefa Avrupa Ligi | 93
Yorum
Ziraat Türkiye Kupasındaki Rakibimiz; Mersin İdman Yurdu
Etiketler:Gürcan Ulusoy,Mersin İdman Yurdu | 4
Yorum
Yaşar Kurt, Yağmur, Gol, Ofsayt, Sen ve Ben...
Doksanlı yıllar...
Okul çıkışında çiseleyen aralık yağmuruna siper ettiğimiz fizik kitabını başımızın üstünde tuta tuta okuldan çıkıyoruz. Milli Eğitim müfredatı ve takım taklavatı o zamanlarda biz lise öğrencilerinden öyle bir tiksiniyor ki sabahın 11'inde okul bitiyor. İlk dersin sabah saat kaçta başladığını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. O sabah mahmurluğunda, daha hayat yeni başlıyorken, daha gün ortasına bile gelmemişken biz okuldan çıkıyoruz. Hemen heybetli lise binasının tam karşısında kalelenmiş kafeye kapağı atıyoruz. Ceketin iç cebine zulalanmış ezik büzük sigara paketinden tekliği avuç içinde düzleştirip dudaklarımıza götürüyoruz. Aralık yağmuru, yeni yakılmış sigara ve kalkık omuzlar. İşte şimdi artık tam anlamıyla erkek olduk...
O zamanlarda kırmızı kurdelalı bir kız var. Bir de Yaşar Kurt. Kızları seviyoruz, Yaşar abiyi dinliyoruz. Yaşar abiyi dinledikçe kızları daha da çok seviyoruz. Lisenin karşısında sürekli vakit geçirip o gün üçüncü kez demlenmiş çaya, kavanozun tortusundan yapılmış kahveye eşek yükü para döktüğümüz kafede beni hayata bağlayan tek şey kırmızı kurdelalı kız ve Yaşar Kurt'un sesi...
"Olduğun yerden daha uzaklara seni götüren tek şey müzik" Bana lisede ne öğrendin deseler bunu söylerim. O gün de öyle oluyor, biraz uzaklara gidiyorum...
Tam transa geçmişken yanımdaki arkadaşın dürtüklemesiyle kendime geliyorum. Kırmızı kurdelalı kız, karşı kaldırımda birkaç arkadaşıyla konuşuyor, yanındaki kızlardan biri sözüm ona çaktırmadan beni gösteriyor. Normal şartlar altında üç ay boyunca aynı noktada dikilen bir organizmanın nihayetinde fark edilmesi kabul edilebilir bir durum olsa da o zamanki gençliğin verdiği cehalet sanrısıyla beni fark etmelerine şaşırıyorum. Çaktırmadan sinyalle gösterilen ben, kısa bir zaman içinde parmak uçlarının hedefi olmayı başlayınca telaşlanıyorum, yüzüm kızarıyor, süveterimin içine girip kaybolmak istiyorum ama nafile. Gözümü kapatıp, kalp ritmimi Yaşar abinin şarkılarına endekslediğim anda tekrar gözümü açtığımda kırmızı kurdelalı kızın gülümseyen bir yüz ifadesiyle bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Futbol maçı başlamak üzere...
"Sevgili futbolseverler, İnönü stadını bilenler için söylüyorum, Beşiktaş yapılan para atışı sonucunda ilk yarıda denize bakan kaleyi değil diğerini alacak. Kaptan Tayfur topun başında, maç az sonra başlayacak..."
Bir kez daha gözlerimi kapatıp açıyorum, hayalin çeşmesinde dudaklarım musluğa dayalı gibi ama görüyorum ki bu sefer gerçek ve kırmızı kurdelalı kız hala bana doğru yürüyor. Normalde üç saniyede bitecek adımlar, saatler gibi sürüyor. Kalbim yerinden fılrayacak gibi. Ben şimdi ne diyeceğim? Nasıl durmalıyım? Elimi cebime atsam, göğüs hizasında kollarımı birleştirsem, yok yok arkada mı birleştirsem?
Bütün bu hengamenin orta yerinde kiraz dudaklı, saçları çilek kokulu, kestane gözlü, kırmızı kurdelalı kızın sesini duyuyorum ilk defa. Yüzüme bakıp gülümserken rahatça yöneltiyor sorusunu:
-Sen de mi lojmanlarda oturuyorsun?
Lojmanlar dediği yer şehrin batı tarafı. Yürüsen on ,on beş dakikada gidersin. Aylardır sapık gibi kızın peşindeyim zaten, evinin kapı numarasını bile biliyorum. Benim ev tam ters istikamette olmasına karşın kızın mahallesini kendi evimin sokağından daha iyi tanır hale gelmişim. Ne diyeyim ki ben şimdi?
-Evet, o taraflarda oturuyorum.
-Beraber yürüyelim mi?
-Elbette
"Münch topun gerisinde. Ceza sahasına bakıyor, köşe vuruşunu kullandı arka direkte Nouma, harika bir kafa vuruşu! Son anda Sergi çizgiden çıkarıyor top ceza sahası yayına açıldı, Nihat gelişine vurdu ve az farkla top dışarı çıkıyor. Mükemmel başladık, haydi Beşiktaş aynen devam...!"
Ve beraber yürümeye başlıyoruz. Haftanın dört günü servisle evine giden, sadece cumaları evi okula yakın olan teyzesine gittiği için tabanvay kullanan bu hanım kızımız hafif yağmurlu bir Aralık ikindisinde benimle yürümeyi seçiyor. Yaşar abi fonda çınlatıyor sesini:
Yürüdükçe arabaların içinden, kaldırımların köşesinden, avuçlarımın çizgilerinden geçiyorum. Ayaklarım gidiyor bir yerlere ama gönlüm, zihnim nerelerde belli değil. Yolda yürürken o konuşuyor, ben daha çok suskunum. Annesinden, iki yaş büyük ablasından, babasının işinden, teyzesinin kızından bahsediyor. Sanki on yıldır tanışıyoruz, son dört yılını da flörtle geçirmişiz gibi öyle rahat ki. Bir ara ayağı sendeler gibi oluyor önündeki su birikintisine basmamak için, kolundan tutuyorum ve çekiyorum taze masumiyet kokusunu içime...
"Tayfur orta sahada aldı topu, sağ kanattan Nihat kaçıyor önüne attı. Nihat çalım atayım derken topu fazla açıyor derken tekrar top önünde. Nihat kafasını kaldırdı ceza sahasına baktı ortayı yaptı Ahmet Dursun ön direkte vurdu ve gol! Beşiktaş dünya devi karşısında 1-0 öne geçiyor!"
Yürüdükçe yollar daha da uzuyor sanki. Suskunluğum gittikçe heyecanımı belli etmeye başlıyor. Keşke böyle zamanlarda bir fon müziği olsa, arkadan verebilse insan. Sessizliğin o güdük duruşunu bir nebze olsa kapatabilse. İşte o ölüm sessizliğinin verdiği hasardan mıdır nedir tak diye soruyorum:
-Erkek arkadaşın var mı?
Gülümsüyor. Halbuki istese çok rahat beni tersleyebilir, kıvrandırabilir. Bir kadının kendisini en güçlü hissedeceği anlardan birinin baş kahramanı olduğunun farkında değil. 16 yaşında gencecik bir kızın masumiyeti var onda. Belki yıllar sonra aklına düştüğünde bu hatıra, hınzırca gülümseyecek. Tipik kadın ruhuyla neden biraz olsun çocuğu süründürmedim diye iç geçirecek, kimbilir...
-Hayır yok...
"İbrahim...solundan attı sağından geçti. Bravo İbrahim! İbrahim gidiyor, ortada Ahmet, arkadan Nouma da geldi. Nouma'ta attı pasını, Nouma Ahmet'i gördü. Haydi Ahmet, ikinci gole gidiyor Beşiktaş! Vuruyooor ve goooool! Ahmet Dursun golün adı! İbrahim hazırladı, Ahmet attı! Bugün ne kadar haykırsak az, Beşiktaş dünya devini adeta parçalıyor!"
Kısa bir süre sonra lojmanların önüne geliyoruz. Evimi soruyor, merak etme yakınlarda diyorum. Tam gitmek üzereyken, tokalaşacakken dayanamıyorum. Karşı sokakta, DSİ evlerinin önünde bir çardak var aklıma o geliyor. Sakin, gözlerden uzak bir yer. Biraz daha oturmayı, konuşmayı teklif ediyorum ümitsizce. Önce saatine bakıyor, sonra tokalı pabucunun ucunu toprağın içinde döndüre döndüre düşünmeye başlıyor. Başka zaman diyor önce. Omuzlarım tam düşerken, kabullenmek üzereyken kendi kendisine karşı çıkıyor, tamam diyor yürü gidelim...
"İbrahim sol kanatta, önündeki Münch'ü gördü. Münch topu düzeltti, içeride sadece Nouma var. Ortaladı, Nouma vurdu direkten döndü! Direkten döndü hakem devam ettiriyor! Hayır gol olması lazım, içerden geldi çünkü. Hakem yardımcı hakeme bakıyor evet! Verdi golü verdi! Beşiktaş skoru 3-0 yapıyor! Bu bir rüya olmalı, yok böyle bir futbol. Beşiktaş dünya devini ezdi geçti!"
Çardak ıslanmış, imdadıma fizik kitabım yetişiyor. İçindekiler kısmıyla oturma kısmını siliyor vektörler konu başlığı ile taban oluşturuyoruz. Mutluyuz, huzurluyuz. Elini tutmuyorum, yanağını okşamıyorum. Sadece göz göze gelip gülümsüyoruz. O yine genç kızlık çağında her kızın yaşadığı şeylerden bahsediyor. Ben sigara yakıyorum müsaade alıp, ara sıra etrafı kolaçan ediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir muhabbetten sonra kalkıyoruz. Tekrar lojmanların önüne geliyoruz. Hakem son düdüğü çalmak üzere. Tam vedalaşmışken, arkasını dönüp gidecekken dayanamayıp soruyorum:
-Bir daha ne zaman seni görürüm?
-Haftaya Ankara'ya taşınıyoruz, zor görüşürüz...
"4-1'lik Milan yenilgisinden sonra İstanbul'da dünya devi Barcelona'yı muhteşem bir futbol ve üç golle yenen Beşiktaş için rüya kısa sürdü. Ertesi hafta İngiltere'de Leeds United karşısında 6 gol birden yiyen kartallar, kendi sahalarında Leeds karşısında golsüz beraberlikle yetinmek zorunda kaldılar. Bir sonraki hafta yine İstanbul'da oynanan maçta Milan'a 2-0 mağlup olan Beşiktaş, son maçta da Barcelona'ya 5-0 mağlup olarak 4 puanla grubu son sırada tamamladı. İstanbul'da alınan Barcelona galibiyeti tatlı bir hatıra olarak kaldı..."
Orada öylece kalakaldım. Aylarca uzaktan takip ettiğim, ancak rüyalarımda elini tutabildiğim, deliler gibi aşık olduğum kırmızı kurdelalı, saçları çilek kokulu kız tam da bana rüya gibi bir gün yaşatmışken, içimi ısıtmışken koyup gidiyordu. Halbuki daha yeni başlamıştık, Avrupa'yı fethedecek finallere gidecektik. Bir dünya devi daha İnönü çimlerine gömülürken geleceğe umutla bakacaktık. Hayal oldu geçti şarkılar, goller ofsayta dönüştü, geride yine ben ve Yaşar Kurt'un buğulu sesi kaldı:
Okul çıkışında çiseleyen aralık yağmuruna siper ettiğimiz fizik kitabını başımızın üstünde tuta tuta okuldan çıkıyoruz. Milli Eğitim müfredatı ve takım taklavatı o zamanlarda biz lise öğrencilerinden öyle bir tiksiniyor ki sabahın 11'inde okul bitiyor. İlk dersin sabah saat kaçta başladığını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. O sabah mahmurluğunda, daha hayat yeni başlıyorken, daha gün ortasına bile gelmemişken biz okuldan çıkıyoruz. Hemen heybetli lise binasının tam karşısında kalelenmiş kafeye kapağı atıyoruz. Ceketin iç cebine zulalanmış ezik büzük sigara paketinden tekliği avuç içinde düzleştirip dudaklarımıza götürüyoruz. Aralık yağmuru, yeni yakılmış sigara ve kalkık omuzlar. İşte şimdi artık tam anlamıyla erkek olduk...
O zamanlarda kırmızı kurdelalı bir kız var. Bir de Yaşar Kurt. Kızları seviyoruz, Yaşar abiyi dinliyoruz. Yaşar abiyi dinledikçe kızları daha da çok seviyoruz. Lisenin karşısında sürekli vakit geçirip o gün üçüncü kez demlenmiş çaya, kavanozun tortusundan yapılmış kahveye eşek yükü para döktüğümüz kafede beni hayata bağlayan tek şey kırmızı kurdelalı kız ve Yaşar Kurt'un sesi...
"Olduğun yerden daha uzaklara seni götüren tek şey müzik" Bana lisede ne öğrendin deseler bunu söylerim. O gün de öyle oluyor, biraz uzaklara gidiyorum...
"ne zaman geldin ruhum ?
görmedim seni.
uçaktan atlarken unuttum galiba.
özledim..."
Tam transa geçmişken yanımdaki arkadaşın dürtüklemesiyle kendime geliyorum. Kırmızı kurdelalı kız, karşı kaldırımda birkaç arkadaşıyla konuşuyor, yanındaki kızlardan biri sözüm ona çaktırmadan beni gösteriyor. Normal şartlar altında üç ay boyunca aynı noktada dikilen bir organizmanın nihayetinde fark edilmesi kabul edilebilir bir durum olsa da o zamanki gençliğin verdiği cehalet sanrısıyla beni fark etmelerine şaşırıyorum. Çaktırmadan sinyalle gösterilen ben, kısa bir zaman içinde parmak uçlarının hedefi olmayı başlayınca telaşlanıyorum, yüzüm kızarıyor, süveterimin içine girip kaybolmak istiyorum ama nafile. Gözümü kapatıp, kalp ritmimi Yaşar abinin şarkılarına endekslediğim anda tekrar gözümü açtığımda kırmızı kurdelalı kızın gülümseyen bir yüz ifadesiyle bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Futbol maçı başlamak üzere...
"Sevgili futbolseverler, İnönü stadını bilenler için söylüyorum, Beşiktaş yapılan para atışı sonucunda ilk yarıda denize bakan kaleyi değil diğerini alacak. Kaptan Tayfur topun başında, maç az sonra başlayacak..."
Bir kez daha gözlerimi kapatıp açıyorum, hayalin çeşmesinde dudaklarım musluğa dayalı gibi ama görüyorum ki bu sefer gerçek ve kırmızı kurdelalı kız hala bana doğru yürüyor. Normalde üç saniyede bitecek adımlar, saatler gibi sürüyor. Kalbim yerinden fılrayacak gibi. Ben şimdi ne diyeceğim? Nasıl durmalıyım? Elimi cebime atsam, göğüs hizasında kollarımı birleştirsem, yok yok arkada mı birleştirsem?
Bütün bu hengamenin orta yerinde kiraz dudaklı, saçları çilek kokulu, kestane gözlü, kırmızı kurdelalı kızın sesini duyuyorum ilk defa. Yüzüme bakıp gülümserken rahatça yöneltiyor sorusunu:
-Sen de mi lojmanlarda oturuyorsun?
Lojmanlar dediği yer şehrin batı tarafı. Yürüsen on ,on beş dakikada gidersin. Aylardır sapık gibi kızın peşindeyim zaten, evinin kapı numarasını bile biliyorum. Benim ev tam ters istikamette olmasına karşın kızın mahallesini kendi evimin sokağından daha iyi tanır hale gelmişim. Ne diyeyim ki ben şimdi?
-Evet, o taraflarda oturuyorum.
-Beraber yürüyelim mi?
-Elbette
"Münch topun gerisinde. Ceza sahasına bakıyor, köşe vuruşunu kullandı arka direkte Nouma, harika bir kafa vuruşu! Son anda Sergi çizgiden çıkarıyor top ceza sahası yayına açıldı, Nihat gelişine vurdu ve az farkla top dışarı çıkıyor. Mükemmel başladık, haydi Beşiktaş aynen devam...!"
Ve beraber yürümeye başlıyoruz. Haftanın dört günü servisle evine giden, sadece cumaları evi okula yakın olan teyzesine gittiği için tabanvay kullanan bu hanım kızımız hafif yağmurlu bir Aralık ikindisinde benimle yürümeyi seçiyor. Yaşar abi fonda çınlatıyor sesini:
"birgün çok yükseğe çıktı jonathan
bulutlara değdi kanadı
ve kendini denize bıraktı
ve kendini bıraktı..."
Yürüdükçe arabaların içinden, kaldırımların köşesinden, avuçlarımın çizgilerinden geçiyorum. Ayaklarım gidiyor bir yerlere ama gönlüm, zihnim nerelerde belli değil. Yolda yürürken o konuşuyor, ben daha çok suskunum. Annesinden, iki yaş büyük ablasından, babasının işinden, teyzesinin kızından bahsediyor. Sanki on yıldır tanışıyoruz, son dört yılını da flörtle geçirmişiz gibi öyle rahat ki. Bir ara ayağı sendeler gibi oluyor önündeki su birikintisine basmamak için, kolundan tutuyorum ve çekiyorum taze masumiyet kokusunu içime...
"Tayfur orta sahada aldı topu, sağ kanattan Nihat kaçıyor önüne attı. Nihat çalım atayım derken topu fazla açıyor derken tekrar top önünde. Nihat kafasını kaldırdı ceza sahasına baktı ortayı yaptı Ahmet Dursun ön direkte vurdu ve gol! Beşiktaş dünya devi karşısında 1-0 öne geçiyor!"
Yürüdükçe yollar daha da uzuyor sanki. Suskunluğum gittikçe heyecanımı belli etmeye başlıyor. Keşke böyle zamanlarda bir fon müziği olsa, arkadan verebilse insan. Sessizliğin o güdük duruşunu bir nebze olsa kapatabilse. İşte o ölüm sessizliğinin verdiği hasardan mıdır nedir tak diye soruyorum:
-Erkek arkadaşın var mı?
Gülümsüyor. Halbuki istese çok rahat beni tersleyebilir, kıvrandırabilir. Bir kadının kendisini en güçlü hissedeceği anlardan birinin baş kahramanı olduğunun farkında değil. 16 yaşında gencecik bir kızın masumiyeti var onda. Belki yıllar sonra aklına düştüğünde bu hatıra, hınzırca gülümseyecek. Tipik kadın ruhuyla neden biraz olsun çocuğu süründürmedim diye iç geçirecek, kimbilir...
-Hayır yok...
"İbrahim...solundan attı sağından geçti. Bravo İbrahim! İbrahim gidiyor, ortada Ahmet, arkadan Nouma da geldi. Nouma'ta attı pasını, Nouma Ahmet'i gördü. Haydi Ahmet, ikinci gole gidiyor Beşiktaş! Vuruyooor ve goooool! Ahmet Dursun golün adı! İbrahim hazırladı, Ahmet attı! Bugün ne kadar haykırsak az, Beşiktaş dünya devini adeta parçalıyor!"
Kısa bir süre sonra lojmanların önüne geliyoruz. Evimi soruyor, merak etme yakınlarda diyorum. Tam gitmek üzereyken, tokalaşacakken dayanamıyorum. Karşı sokakta, DSİ evlerinin önünde bir çardak var aklıma o geliyor. Sakin, gözlerden uzak bir yer. Biraz daha oturmayı, konuşmayı teklif ediyorum ümitsizce. Önce saatine bakıyor, sonra tokalı pabucunun ucunu toprağın içinde döndüre döndüre düşünmeye başlıyor. Başka zaman diyor önce. Omuzlarım tam düşerken, kabullenmek üzereyken kendi kendisine karşı çıkıyor, tamam diyor yürü gidelim...
"İbrahim sol kanatta, önündeki Münch'ü gördü. Münch topu düzeltti, içeride sadece Nouma var. Ortaladı, Nouma vurdu direkten döndü! Direkten döndü hakem devam ettiriyor! Hayır gol olması lazım, içerden geldi çünkü. Hakem yardımcı hakeme bakıyor evet! Verdi golü verdi! Beşiktaş skoru 3-0 yapıyor! Bu bir rüya olmalı, yok böyle bir futbol. Beşiktaş dünya devini ezdi geçti!"
Çardak ıslanmış, imdadıma fizik kitabım yetişiyor. İçindekiler kısmıyla oturma kısmını siliyor vektörler konu başlığı ile taban oluşturuyoruz. Mutluyuz, huzurluyuz. Elini tutmuyorum, yanağını okşamıyorum. Sadece göz göze gelip gülümsüyoruz. O yine genç kızlık çağında her kızın yaşadığı şeylerden bahsediyor. Ben sigara yakıyorum müsaade alıp, ara sıra etrafı kolaçan ediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir muhabbetten sonra kalkıyoruz. Tekrar lojmanların önüne geliyoruz. Hakem son düdüğü çalmak üzere. Tam vedalaşmışken, arkasını dönüp gidecekken dayanamayıp soruyorum:
-Bir daha ne zaman seni görürüm?
-Haftaya Ankara'ya taşınıyoruz, zor görüşürüz...
"4-1'lik Milan yenilgisinden sonra İstanbul'da dünya devi Barcelona'yı muhteşem bir futbol ve üç golle yenen Beşiktaş için rüya kısa sürdü. Ertesi hafta İngiltere'de Leeds United karşısında 6 gol birden yiyen kartallar, kendi sahalarında Leeds karşısında golsüz beraberlikle yetinmek zorunda kaldılar. Bir sonraki hafta yine İstanbul'da oynanan maçta Milan'a 2-0 mağlup olan Beşiktaş, son maçta da Barcelona'ya 5-0 mağlup olarak 4 puanla grubu son sırada tamamladı. İstanbul'da alınan Barcelona galibiyeti tatlı bir hatıra olarak kaldı..."
Orada öylece kalakaldım. Aylarca uzaktan takip ettiğim, ancak rüyalarımda elini tutabildiğim, deliler gibi aşık olduğum kırmızı kurdelalı, saçları çilek kokulu kız tam da bana rüya gibi bir gün yaşatmışken, içimi ısıtmışken koyup gidiyordu. Halbuki daha yeni başlamıştık, Avrupa'yı fethedecek finallere gidecektik. Bir dünya devi daha İnönü çimlerine gömülürken geleceğe umutla bakacaktık. Hayal oldu geçti şarkılar, goller ofsayta dönüştü, geride yine ben ve Yaşar Kurt'un buğulu sesi kaldı:
"sarıl bana ruhum
ne olur sar beni.
çığlıklar geçti üstümden
bulutlar geçti.
ve o gençlik günlerimizde
sen ve biz.
seni öldün sandım ruhum,
biliyor musun ?
sensiz yaşamaya alıştırdılar galiba.
özledim ruhumu..."
26 Eylül 2010 Pazar
Altyapı / Düğün: 1 - Beşiktaş: 0
29 Temmuz Perşembe akşamı, tam da deplasmandaki Viktoria Plzen maçının olduğu akşam evlendim.
Zamanında aramızda Mayıs olarak belirlediğimiz düğün tarihini Temmuz sonuna zorla atmıştım üstelik. “Yahu” demiştim, “hadi düğün neyse, o akşam önemli bir maç olursa da bağrımıza taş basar kendi düğünümüze gideriz, ama bunun yıl dönümü var, ‘şu’su var ‘bu’su var, her sene aynı tarihin rastlayacağı o Mayıs akşamında önemli bir maç olma ihtimali çok yüksek.”
O yüzden büyük kapak oldu bana bu Viktoria Plzen maçı. Sanırım takım yıllar sonra ilk defa Temmuz ayında resmi maç yaptı, o da benim düğüne denk geldi.
Zaten bu sezon yaptığı ilk 4 resmi maçı da skor göstergesi kısaltması “Vik” olan takımlarla yapan bir takımı tuttuğum için inandırıcılığım çok kuvvetli değildi, bir de düğün tarihini değiştirmeye kalkınca ikna edemedim evleneceğim zat-ı muhteremi… “Ölüm-kalım meselesi olmadığı sürece Beşiktaş’ın oynadığı bir maçı kaçırmam ben” dedim, o da beni öldüreceğini söyledi ve tartışma uzamadı.
Böyle bir teklifte bulunmamı bile abes karşıladığı için çok ısrar etti kendisi geçen gün, “bu hayatını etkileyecek ölçüde bir sorun ve bunun kaynağına inmen gerek” diyerek.
Oturdum, düşündüm, bir yıllar öncesine gitmeye çalıştım.
Hatırlayabildiğim ilk anıyı düşündüm. Yıllar içerisinde fotoğraflardan kendi çocukluğumu izleyerek oluşturduğum sanal anılardan bahsetmiyorum, kendi gözlerimle görüp hatırladığım gerçek anıları hatırlamaya çalıştım.
Fark ettim ki benim kafa kalıcı data girişine 12 Mayıs 1990 gecesi şu fotoğrafı aldığım anda başlamış. Sol üst köşesinde “Kalten’e sevgilerle” yazan resimdeki seksenlerden çıkamamış bluzuyla doksanlı yılların ilk şampiyonluğunu özdeşleştirdiğim isim -sizin de tanıdığınız üzere- Beşiktaşlı Muazzez Abacı’dan başkası değil.
Jölesiz ve iPod’suz futbolcular zamanında şampiyonluğu televizyonda türkü söyleyerek kutlayan kolej takımının Gordon Milne ile kazandığı ilk şampiyonluk... Fenerbahçe’yi o gün 3-1 yenerek birinciliği garantilemiş, akabinde de ilk defa baba-oğul tura çıkmışız! Dört sene önce doğduğumdan beri beni yanına alıp maça gitmeyi sabırsızlıkla gözleyen peder için daha fazla bekleyiş zulüm olmuş, neler olup bittiğini tam olarak anlamamama rağmen bir şekilde sevincini paylaşmak istemiş ve beni kaptığı gibi koymuş arabaya.
Çocuklukta anılar kurulan yanlış sebeplendirmeler nedeniyle karışıktır bilirsiniz. Meselâ Beşiktaş bir sene sonra forma reklamı olarak Beko, kaleci olarak da Bako’yu alınca arada bağlantı var sanıp ufak çapta bir kavram kargaşası yaşamıştım. O akşamı da -aynı şekilde- net hatırlamıyorum aslında. Dev bir yokuşta yüzlerce arabanın oldukları yerde durduğunu ve şoförlerinin kornaya bastığını hatırlıyorum. Bir de kocaman ama KOCCAMAN bir teyzenin arabaların arasında dolaşıp camlardan bir şeyler uzattığını. Meğersem o hanım Muazzez Abacı imiş, etraftaki arabalarda bulunan sevimli-sevimsiz tüm çocuklara da isimlerini sorup, şampiyonluk teyzesi gibi imzalı resimlerini dağıtıyormuş.
Resmi aldıktan sonra -beni nasıl gazladıysa- imzalı bir resmin çok kıymetli olduğunu söylemiş babam, o şekil saklamışız.
Öyle saklamışız ki, ilk totemim olmuş maçlardaki, yıllar sonra evden uzaklaşıp yurt dışında okula başladığımda bile yanımda götürmüşüm. İnternet başında maç izlerken çıldırıp mouse’umu ısırmış, hoparlörü çatlatmışım ama bu resmi bir şekilde zarar görmeden tutmayı başarmışım. Çalışma masama koyduğum resimler içinde sekiz yıllık sevgilimin gülen yüzü dışındaki tek kadın resmi Muazzez Teyze’nin bu seksenler fırtınası hâli olmuş.
Böyle bir resmin varlığından haberdar olmasına rağmen sevgilim benden ayrılmadı, hatta -belki de tedavi amaçlı- yanıma gelmeye karar verdi. Ondan sonra düğüne kadar olan süre zaten Valerenga maçının 63. ila 72. dakikaları arası gibi geçti.
Düğünü bana skoru “Delgado’nun attığı iki golle 2-1 aldık” şeklinde aktaran hain bir arkadaşım sayesinde sıkıntısız atlattım ve rutinime geri döndüm. Evlenmeden önce pasif ofsaytı açıklamaya yeltenme ihtimalinden dolayı yanında maç izlemekten kaçındığım hanım kızmaya devam ediyor, “hastasın sen” diyor, “maç izlerken çıkardığın sesleri sana dinletmek lazım” diyor, “sahada Nobre’yi görünce Hulk’a dönüşüyorsun” ve “derbi günleri yemek yemiyor olman normal değil” diyor. Ben de cevaben ona bu blogun adresini veriyorum. Biraz romantizm katsın diye Sevgililer Günü post’unu okutuyorum, duygusallaşıyorum; Jokond’un Müjgan’ını okutuyorum, üzülüyorum yahu! Youtube’u açıyorum, 2009 Mayıs’ında Demirören’in ağlarkenki suratının Maske’deki kötü adama benzeyişine bakıp bir daha ağlıyorum.
Kendisi yavru kedi resmine bakıp gözleri dolan bir insan olmasına rağmen zerre etkilenmiyor. Şaşıyorum.
Evet karıcığım, işte bu şaşkınlıktan kurtulmak için sana yazıyorum. Yazıyorum ki tüm anormaller kendinden bir şeyler bulsun, kendi Müjgan’larına dertlerini şunun üzerinden anlatabilsin.
Maksat topluma faydamız dokunsun.
Not: Sevgili karımın Galatasaraylı olduğunu öğrendikten sonra bana düğün hediyesi olarak Galatasaray forması alan ve not olarak “Pijama seti” yazan Beşiktaşlı arkadaşım. Biliyorum ki sen de bu yazıyı okuyorsun. Seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım.
Kalten
Etiketler:Ekşi Beşiktaş Altyapı,kalten | 7
Yorum
Kaydol:
Yorumlar
(Atom)
Ara
-
DERBİ POZİSYON ANALİZLERİ - 1- 0:24 saniye! Gatasaray'ın ilk etkili atağı. Burada en büyük hata *Jailson'un partneri Serdar Aziz'e gereksiz yakınlığı oldu.* Seri burada muhteşem bi...5 yıl önce
-
Feda, Sefa, Farklı Olsun bu Defa - Beşiktaş'ın son dönemini iki ana çizgi olarak ikiye ayırmak mümkün. 1- Yıldırım Demirören dönemi 2- Fikret Orman dönemi. Ben Yıldırım Demirören dönemini te...6 yıl önce
-
Bir Sağ Bek, Üç Mevki: Aaron Wan-Bissaka - Premier Lig geçtiğimiz hafta başladı. Hem takım hem de oyuncu bazında her sezon yeni bir hikaye demek. Galiba geçtiğimiz sezon hiç de fena bir görüntü verm...7 yıl önce
-
Duhuliye - Duhuliye'den 5 ay önce haberim oldu. O da bu fotoğraf sayesinde. Bunca zamandır nasıl hiç duymamışım derken, etrafımdaki çoğu Beşiktaşlının da bilmediğ...8 yıl önce
-
Euroleague bwin Mart 2015 MVP Nemanja Bjelica Röportajı - Fenerbahçe Ülker dokuz maçlık bir galibiyet serisi yakalamış durumda ve 2008-2009 sezonundan bu yana ilk kez Euroleague 'playoff'larına katılma hakkını ...10 yıl önce
-
Önce krampon, sonra performans - Her çocuk gibi sokaklarda başlayan futbol maceramız, bazı çocukların yaptığı gibi benim de toprak sahada devam etmişti. Sonrası okul, iş, hayat mücadele...10 yıl önce
-
NBA: Bir Ayın Ardından... (Part 1) - Her ne kadar başlığımızda bir aylık zaman dilimini ele aldıysak gerek tembellik, gerek iş güç yüzünden yazının paylaşılması, gerekli güncellemeler yapıldık...11 yıl önce
-
Manchester United - Burnley maçı - Manchester'ın ligin yeni takımı Burnley deplasmanında galibiyet alması bekleniyordu ama yine olmadı. Geride kalan 3 haftada takım henüz galibiyet görem...11 yıl önce
-
Bu Sefer Bahanem Var - Yine ihmal ettim blogu ama bu sefer sağlam bahanem var. Son 9 senedeki ikinci kıtalar arası taşınma olayına kalkıştım. Bilenler bilir, son 9 senedir Avu...11 yıl önce
-
Babylon Dergisi Röportajı - http://www.aliece.com/2013/11/babylon-dergi-ali-ece-roportaji/#more-189512 yıl önce
-
Arsenal Kendine İnanıyor - Arsene Wenger'in sözleriyle, *"İyi bir rakibe karşı alınmış tatmin edici galibiyet." *Arsenal hafta sonu Liverpool'u oyun dışı bırakarak, bölüm bölüm saha...12 yıl önce
-
Hiç Unutmadığım... - 17 sene önce bugün tek bir imzanın milyonlarca insanı bu kadar etkileyebileceğini tahmin edemezsiniz. O adam hakkında bir sürü yazı yazdım, hala okuyan ...12 yıl önce
-
-


