.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Sen Neymişsin Be Abla ...

Sezonun son Polyannacılığını da yapalım tam olsun. Puan farkından ötürü F.bahçe’yi zaten yenmek zorundaydık, Bugünkü sonuçtan sonra değişen bir şey, Yine yenmek zorundayız. Yenersek puan farkı 1 F.bahçe şampiyon olamazsa Daum yolcu. Bu da Yılmaz Vural ve yıllardır süregelen hayalleri için bulunmaz fırsat. Keza Çalımbay’ın Eskişehir’i de F.bahçe için potansiyel tehlike .. İkisinden biri çelme taksa yeter. O da olmadı son hafta 96'nın intikam duygularını taşıyacak Trabzon * Bursa’yı zaten yenmek zorundaydık, Değişen bir şey yok, yine kazanmak mecburiyetindeyiz. Bugün kazansak da son maç Bursa’dan 3 puan almak şarttı. Bugün kazansak da G.saray’ın Bursa’yı yenmesini bekleyecektik. Zaten biz günlerdir hesabımızı Bursa’nın kayıp -6 puanına göre yapıyorduk. Kaldı ki Gaziantep karşılaşması için de ''kesin 3 puan'' diyemiyoruz. * Bu söylediklerine sen inanıyor musun derseniz, Emin değilim. Resimdeki gerçek polyanna mı derseniz, Ondan da emin değilim. Bursa yarın kazanır mı ? Ondan hiç emin değilim. Biz kalan 5 maçı alır mıyız ? Havada karada ...

Mustafa Denizli 1 Yıl Daha Bizimle...

Mevcut koşullar göz önüne alındığında kalması gitmesinden daha faydalıdır. Beğeniriz, beğenmeyiz ama takımın artılarının, eksilerinin farkında. Camianın özgüven sorununu tek başına aştı. Yönetimden de daha güçlü konumda. Bu şartlarda Mustafa Denizli'den daha iyi bir seçenek bulmak çok zordu. Hayırlı Olsun...

Deplasman Tribünü / Trabzonspor

4 büyükler ve diğerleri... 3 büyükler , Trabzonspor ve diğerleri... Galatasaray Fenerbahçe ikilisi, Beşiktaş, sonra Trabzonspor ve diğerleri... Hatta Galatasaray Fenerbahçe ikilisi, Beşiktaş, Trabzonspor, sonra tribün kültürü olan şehir takımları ve diğerleri...
Türkiye'de futbolu birileri sürekli sınıflara ayırmaya çalışıyor. Amaç belli; yaratılacak suni büyük rekabetin medyaya,kulüplere , hatta federasyona kadar getirecekleri. Ama bunu büyük hesabı yapanlar Türk futbolunu hatta türk sporunu sadece Galatasaray ve Fenerbahçe'nin egemenliği altına vermek üzere olduklarının da farkındadırlar umarım! Öyle ki bu hedefleri uğruna 107 yıllık tarihe, onlarca kupaya, onlarca efsaneye Beşiktaş'a, öyle ki küçücük bir şehirde müthiş bir futbol kültürü yaratmış, 47 yıllık kısacık tarihine onca kupa, onca efsanevi maç ve onca efsanevi isim sığdırmış Trabzonspor'u bile reddetmeye çalışıyorlar.. Sırf bu yüzden Uefa'nın merkezindeki haritada sadece 2 ilin üzerinde şampiyonluk ışığı yanıyor. Türkiye'de sırf onların bu ayrımcılığı yüzünden anti bizans diye bir şey var ve sırf bu yüzden Türkiye'de futbol hala bu seviyede... Yukarıdaki ötekileştirmelerin, futbolu 2-3 kulübe hapsetme çalışmalarının sonucu Trabzonsporluların bayrağı taşıdğı anti bizans diye bir kavram oluştu bu ülkede. Trabzonspor kurulduktan 9, 1. lige çıktıktan 2 sene sonra şampiyonluğu kazandığında yıkılan ilk hanedanlığın bozulamayışının üzerinden 26 sene geçmiş olacak bu sene. 27 senede Trabzonspor 4 kez ligi 2. tamamladı, çok yaklaştı olmadı. Bu sürede 4 kupa kazanıp 3 de final oynadı, büyüklüğünden bir şey kaybetmedi ama bir türlü şampiyon da olmadı Trabzonspor'um. Hanedanlığı yıkmayı Sivasspor da denedi , olduramadı. Antep de... 26 sene geçtiğinde artık Trabzonspor için, Anti Bizansçılar şampiyonluk salt şampiyonluk anlamından daha fazlasını ifade etmeye başladı. Kayırılan, ön plana çıkarılan İstanbulluların geçilmesi şampiyonluk kavramından daha önemli bir hal aldı. Dolayısıyla ortaya bir İstanbul büyüklerine antipatisi,hatta nefreti çıktı. Ama o nefrette Beşiktaş hep en sempatik olan , daha doğrusu en az nefret edilen olarak kaldı Trabzonsporlular için... Dediğim gibi hiç bir Trabzonsporlu bir İstanbul takımına sempati duymaz,sanmıyorum. Ama aralarında bir seçim yapabilir , ya da bir sıralama. Bu sıralamada Beşiktaş en etliye sütlüye dokunmayan takım modundadır. En nefret edilen değildir asla, ama genellikle en sempatiyle bakılanı da değildir hani. Klasik şekilde Galatasaray'dan daha çok nefret eden için Fenerbahçe biraz daha sempatik, Fenerbahçe'den daha çok nefret eden için Galatasaray biraz daha sempatik gelebilir çünkü. Ama futbolu yakından takip eden, takımların tarihini az çok bilen, özellikle Trabzonspor'u Trabzonsporluluk karakterine uygun şekilde tutanlar için Beşiktaş hep en yakın takım olmuştur. Trabzonsporluluğun hamurundaki her ortamda ''herkes'' için doğruyu isteme huyundan kaynaklanıyor bu da, yani adalet duygusundan.. Zira Beşiktaşlılığın da en önemli öğelerinden biri bu. En azından Seba dönemini az da olsa yaşamış, Çarşı'nın duruşuna tanıklık etmiş biri olarak ben öyle olduğuna inanıyorum. Zaten Çarşı genel başlığı altında Beşiktaş taraftarının olaylara yaklaşımı ve genel karakteri Trabzonspor taraftarının olduğu ya da olmak istediğine çok yakın bir çizgide olduğunu belirtmek lazım. Ayrıca Beşiktaş da Trabzonspor gibi şampiyonluklar kadar şerefli 2.liklerle büyüklüğünü kanıtlamış bir takım. Adalet duygusundan bahsetmişken, yakın dönemde yaşanan bir olayla asıl vurgulamak istediğimi örnekleyeyim. 2 sezon önce İnönü'de oynanan ve 3-0 kaybettiğimiz maçta takımımız gerideyken, sezonun flaş ismi, gecenin formda ismi genç Barış Memiş hakem hatasıyla oyundan atıldıktan sonra Beşiktaşlılardan gelen tepkilerdir Trabzonsporluluk karakteriyle Beşiktaşlılık arasındaki benzerlik. Bunun yanında benim için Beşiktaş'ı en çok sempatik yapan şeylerden biri Seba döneminde kollej takımı olarak anılan efsane Beşiktaş kadrosu.. Kadronun iyiliği, yetenekliliği ya da efsanevi oluşu değil; Trabzonspor'un şampiyonluk yıllarındaki havasına benzerliği beni etkileyen tarafıdır. İki takımında başarılı dönemlerine bakıldığında kendi değerlerine sahip çıktığı, ruhlarını sahaya yansıtabildiği dönemlerde büyük işler çıkardığını görüyor olmamız, özellikle işini daha çok maddi güçle görmeye çalışan Fenerbahçe'yle Beşiktaş arasındaki en büyük farklardan. Yine Trabzonspor'u ötelemeye ve 3 büyüğün arkasındaki 4.büyük ilan etmeye çalışanların, Beşiktaş'ı da Galatasaray ve Fenerbahçe'nin arkasında 3. büyük ilan etmeye çalışmalarına karşı Beşiktaşlıların başlarındaki Yıldırım Demirören vb vasıfsız, Beşiktaş gibi bir camianın koltuğunu haketmeyenlere rağmen gösterdikleri tutumdur Beşiktaş'ı diğerlerinden ayıran... Trabzonspor taraftarının Beşiktaş'a diğerlerine göre çok daha yakın olduğundan bahsederken atlanmaması gereken bir nokta da bu sempatinin Trabzonspor tarihinin en ağır yenilgilerinden birine rağmen olması. 7-1 kaybedilen maç, yine 5-0 kaybedilen ve maç sonunda Avni Aker'de büyük olayların çıktığı maç Trabzonspor tarihi için pek hatırlanası cinsten değil. Ama 7-1'lik maçtan sonra Beşiktaş'ın efsane kaptanlarından Rıza Çalımbay'ın “Trabzon çok büyük bir takım. Böyle büyük bir takımı yendiğimiz için mutluyuz. Ama bu kadar fark olmasına sevinemiyorum. Bu tamamen şanssızlıkları. Her takımın başına gelebilir. Trabzon camiasının çok üzülmemesini umuyorum. Bugün onların başına geldi, yarın bizim başımıza gelebilir. geçmiş olsun!” açıklaması tam da Türk futbolunun ihtiyacı olan ,asla unutulmaması gereken demeçlerden... Bu arada toplamda oynanan 104 karşılaşmada da 43-38 üstünlüğü olan Beşiktaş'a karşı bizimse en farklı skorlarımız 4-1 ve 3-0.. Şu gencecik yaşımın en etkileyici Beşiktaş maçıysa 2 sezon önce iç sahada 2-0 dan Ersen Martin, Umut Bulut ikilisiyle döndüğümüz maç. Bir sezon sonra Beşiktaş'ın Avni Aker'de 2-0'dan geri dönerek aldığı rövanşta unutulmazlardan. Yine Zapotocny'nin geçen sezon çok iyi oynadığımız kupa maçında 90. dakikada attığı golle bizi kupanın dışına itişi de acı anılardan.. Her ne kadar izleme şansı bulamamış olsam da benim için en anlamlı maçlar 1976-77 sezonu Türkiye Kupası finalinde oynanan Avni Aker'de 1-0 kazandığımız, İstanbul'da 0-0'la tarihteki ilk Türkiye kupamızı ve dublemizi yaptığımız maçlar sanırım. Bir de Beşiktaş'a giden Serdar Bali başta bir çok Trabzonsporlu var ama Beşiktaş'ı tercih etmesini hiç bir zaman kaldıramadığım ama gittikten sonra yokları oynayan Aston Villa fatihi Orhan Kaynak'ın yeri apayrı, gitmeyecektin Küçük Orhan!
Son olarak yarın İnönü'de deplasman tribününde olacak biri olarak Beşiktaşlıların Trabzonspor'a bakışından bahsedelim. Kimilerinin Trabzonspor'a küçümseyerek bahsetme cürretini gösterdiği ortamda Beşiktaş taraftarının futbolu daha gerçekçi ve daha bilerek yorumladığını ve Trabzonspor'a da bu açıdan baktıklarını düşünüyorum. İnönü atmosferiyse apayrı oluyor tabiki, stadda ne futbolu bilmek, ne de futbolu yorumlamak var, sadece takıma destek olabilmek ve o stadda bulunulan zamanı takıma destek vererek eğlenceli hale getirebilmek var. Ve bu işi de bu ülkede en iyi yapanların mabedi İnönü, istediğimiz kadar inkar etmeye çalışalım. Derbi atmosferinde yaşananlar, "uy uy"la başlayan tezahüratlar ve belki daha fazlası... Yarınki gergin ortamdan sonra benimle konuşmaya başladığınızda emin olun bu kadar sakin olamayacağım. Ya galibiyet coşkusu, ya da kaybedilen puanların siniri... Ama siz bu yazıyı kaale alın, normali budur efendim... www.altinayakkabi.blogspot.com
9 Nisan 2010 Cuma

Bize De Bekleriz...

Yukarıdaki tablo sabah gazetesinden. Haberin kaynağını belirtmemişler. İnternette biraz araştırdım, bu konuyla ilgili herhangi bir istatistik bulamadım. Lakin doğru olduğunu varsayıyorum bu tablonun.
Tabloya bakınca Beşiktaşımızın turnuvadan çekilen Teramo Basketi çıkarttığımızda en az taraftar desteğiyle oynayan takım olduğunu görüyoruz. Diğer 2 türk takımı da kendilerine son sıralarda yer bulmuşlar. Şimdi bazıları diyecekki "e kardeşim takıma doğru dürüst yatırım yok, yabancılar geliyor gidiyor, oyuncuların paraları ödenmiyor bu durumlar bizi maça gitmekten soğutuyor". Aslında bu durumlar beni de maça gitmekten soğuttu. Yalnız özeleştiri yaptığımda kendimi haksız buldum. Bu saydıklarımın hiçbiri maça gitmemek için sebep olamaz. gecenin bir yarısı kalkıp nba maçları izleyen, basketbol üzerine ahkam kesen bir adam kendi tuttuğu takımın maçına hem de aynı şehirde yaşıyorken gitmiyorsa ya da bir sezonda toplam 3-4 defa gidiyorsa bu onun ayıbıdır.
Pazar günü bir derbi maçı da Akatlarda oynanacak. Son haftaları mağlubiyetle kapatan basketbol takımımız büyük olasılıkla bu maçta da yeterli seyirci desteğini bulamayacak. Ben kendi adıma çok büyük bir mani olmadıktan sonra bu maçta Beşiktaşı desteklemeye gideceğimi beyan ediyorum ve gelebilecek olan herkesi de bu maça davet ediyorum. Davet ediyorum derken biletler benden değil ha. Büyük olasılıkla içerdekilerin çoğu bedava biletle içeri giren adamlar olacak ama biz parası neyse verir alırız...
8 Nisan 2010 Perşembe

Günün Sorusu -2

1 Nisan şakası maksadıyla yaptığımız "Beşiktaş Curling Takımı" haberimizi gerçek sanıp sayfasına taşımış gazetenin adı nedir? FANATİK
Günün ikinci talihlisi de "Fatih" oldu. Kendisini tebrik ediyor, size bilet verme şansını sunduğu için Avea'ya teşekkür ediyoruz... Fatih'e not; eksibesiktas@gmail.com adresine bileti alacak kişinin ad soyadını gönderip Mecidiyeköy Telekom Genel Müdürlüğü'nden yarın saat 17'ye kadar biletini alabilirsin...

Günün Sorusu -1

“Trabzon çok büyük bir takım. Böyle büyük bir takımı yendiğimiz için mutluyuz. Ama bu kadar fark olmasına sevinemiyorum. Bu tamamen şanssızlıkları. Her takımın başına gelebilir. Trabzon camiasının çok üzülmemesini umuyorum. Bugün onların başına geldi, yarın bizim başımıza gelebilir. geçmiş olsun!” Yukarıdaki söz kime aittir? Cevap: Rıza Çalımbay Kazanan arkadaşımız Arkhe oldu. Saniye farkıyla kaybeden de Pamukk. Akşam 21:00'de ikinci soruda görüşmek üzere...

Trabzonspor Maçına 2 Adet Eski Açık Bileti

Avea'nın sponsporluğunda maç bileti vermeye devam ediyoruz. Bugün saat 12:30 ve 21:00'de sorulacak sorulara doğru yanıt vermeniz yeterli. Talihliler cuma saat 17:00'ye kadar Mecidiyeköy Türk Telekom Genel Müdürlüğü binasına gidip kimliklerini ibraz ederek biletlerini alabilecekler. İyi Şanslar...

And The Oscar Goes To!...

Yaşı benim gibi kemale erenler ne kaleciler gördü; Zalad, Jurkovic, Fatih, Zafer, Adem, Aumann, Asper, Myhre... İlk etapta aklıma gelenler hiçbiri bence onun kadar başarılı ve iz bırakıcı olmadı. Gidişi ve gönderiliş şeklide bir çok Beşiktaşlıyı eminim benim kadar rahatsız etmişTir. O zaman ki olaylar hakkında en güzel yazıyı bence İbrahim ALTINSAY yazmıştır işte o yazıdan; "beni en çok yaralayan Tümer'in ve Sergen'in golden sonra Cordoba'dan hesap sorma şovu oldu. Takım olarak maç kazanıldığını, takım olarak maç kaybedildiğini, kaptanlık bandı takmış bu futbolcular demek ki bilmiyor. Ama Cordoba'nın olgun ve özgüvenli tavrıyla Ümraniye'de takımı bir arada tuttuğunu, gençleri yüreklendirdiğini, zor zamanlarda öne çıkıp herkesi toparladığını bilmemezlik edemezler. Cordoba da Tümer'in auta giden şutlarının, Sergen'in top çevirmesinin hesabını mı sorsaydı yani. Hani Tümer'in dövmesinde "Tanrı'dan başka kimse benden hesap soramaz" yazıyordu. Tümer tanrı mı olmuştu ki, kader birliği yaptığı arkadaşından hesap soruyordu..."

Adalet

Kayserispor maçında Fenerbahçe tribününde kavga çıkmadı mı?
Fotoğraflara bakıyorum. Kadın çocuk, yerde yatanlar... Bayılanlar...
Kavga edenler kimdir, nedir bilmem. Beni ilgilendirmez. Ben orada oturup maç izliyorsam kulübün himayesi altındayım. Kulüp te o fotoğraftaki çocuğu karga tulumba koruyamaz. Yöntemi o olamaz.
Galatasaray maçında bir kişi tribünden atıldı diye "ağır yaptırım uygulanmalı" diyen Fenerbahçeliler şimdi neden sahamız kapanmalı demiyor?
E hani adalet arıyorduk? Aramıyor muyuz?

Rıdvan Dilmen

Kendisini dinlememek imkansız gibi... Boşuna değil elbette, yıllarını bu ülkede futbola vermiş, bu ülkenin futbol adına en tepelerine çıkmış; sahada kaldığı süreyle değilse de yarattığı etkiyle döneminin "en yetenekli" futbolcusu addedilmiş bir insan Rıdvan Dilmen... Kendisiyle aynı ortamda bulunduğunuzda da etkilenmemeniz imkansız, nitekim bu görmüş geçirmişliğiyle sizi hakikatten dolu dolu muhabbetlere çekiveriyor... Beşiktaş tarafında kendisine benzetilebilecek tek şahsiyet olan Sergen Yalçın'ın beyin/ayak bağlantısı Rıdvan'dan daha üstün olsa da beyin/ağız bağlantısında ondan aşağı kaldığını söylesek yanılmayız... İşte bu bahsettiğimiz durum televizyonda acaip reyting yaratabiliyor, doğaldır da... Onu dinlerken kızdığınız zamanlarda bile kafanızda iki-üç satır arka planda kalmış fikir yaratabiliyor Rıdvan Dilmen... Hatta daha ötesini konuşalım; Türkiye'de Erman Toroğlu dönemini bitiren şahıs da ta kendisidir... Kahvelerde maç bittiği anda Rıdvan Dilmen'e geçiş yapıldığına şahit olmamız bunun emaresi değildir de nedir? Açıkçası ben Fenerbahçe kaybettiğinde izlemeyi seviyorum onu... Deliriyor, kızarıyor, Güntekin Onay'a olur olmaz kızıyor... Bunun yaşattığı keyif benim için tarif edilemez açıkçası... Ancak iş Galatasaray'a ve Beşiktaş'ın kayıplarına geldiğinde bir başkalaşım geçiriyor... "Beşiktaş zaten şunu yapmazsa olmaz" ve "B planı yok, bu nasıl kadro" hikayeleri alıyor da yürüyor... Kaldı ki açıkçası bugün benim kadar sevinen adam azdır. Ben Beşiktaş'ın şampiyonluğunu isterim en önce, orası kesin. İkinci isteyeceğim ise Galatasaray'ın şampiyon olmamasıdır... Bu kadar net... Ancak Rıdvan Dilmen'in Galatasaray eleştirisinde geldiği nokta beni bile rahatsız etti... Şu anda Türkiye'de yapılan 20 spor programının reytingini üst üste koysanız %100 Futbol kadar etmez, iddia ediyorum... Etkisinin farkına varmış Rıdvan Dilmen işte bu yüzden benim için rahatsız edici... Olayın bir de ikinci boyutu var elbette, beni rahatsız eden... Rıdvan Dilmen'de futbola dair inanılmaz seviyede bir yerel tavır var... Açıkçası Fatih Terim'i günahım kadar sevmem; ancak İtalyanca'yı öğrenmek için kendini zorlamasıyla, tangır tungur konuşarak hepimizi kırıp geçirmesine rağmen geliştirmeye çalıştığı İngilizcesiyle mesleki anlamda saygıyı hak ettiğini düşünürüm... Zaten bu tavır sayesinde bir yerlere gelebiliyorsunuz. Birlikte yemek yediğiniz adamlar ya Aziz Yıldırım seviyesinde kalacak; ya da sofranıza Berlusconi oturacak... Hiddink'i, Wenger'i, Van Gaal'i ve futbolcuları İngilizce olarak nasıl azarladığı dahi merak uyandıran Capello'yu "Uluslararası" büyük hocalar yapan budur... Hiddink Abramovich'le konuşurken aracıya ihtiyaç duymadı. Wenger pek çok futbolcusuyla onların kendi dillerinde konuşabiliyor... Bunların pek çok anlamda işlerini kolaylaştırdığını söyleyemez miyiz? O yüzden bu adamları Forbes 500'ün en tepe şirketlerinin CEO'ları olarak düşünürsek, Rıdvan Dilmen de sürekli olarak şirketine atadığı profesyonel müdürlerin beceriksizliklerinden şikayet eden Abdullah Kiğılı gibi kendi işinin patronu, Türkiye'nin kralı pozisyonunda yer alacaktır... O yüzden Rıdvan Dilmen'den hoca olmuyor işte, bu memlekette topun da sahibi Rıdvan Dilmen çünkü... Bugün gidip İngilizce deseniz "Bu yaştan sonra ne İngilizce'si yahu" diyecektir... İşine yaramaz nitekim... Rıdvan Dilmen, Rıza Çalımbay, Ertuğrul Sağlam, Bülent Korkmaz, Oğuz Çetin ve daha niceleri Türkiye futbolunun ufkunun genişlemesi yolunda, büyük kulüplerde yönetici olarak pozisyon almaması gereken adamlardır... Her birinin dönemlerinde oynayan başarılı/yıldız yabancı futbolcularla olan iletişimsizliği, hocalıklarında yabancılara karşı tavırları, grupçulukları onlarca örnekle desteklenebilecek özelliklerdedir... Sivasspor'da Bülent Uygun'u bugün Bursa'da Ertuğrul Sağlam'ı öne çıkartan ise kalibresi nisbeten daha düşük ve Türk kültürüne alışmış vaziyetteki yabancıları doğru şekilde kullanmalarıdır... Bülent Uygun'a, Ferrari'yi, Edouard Cisse'yi, Lincoln'ü, Roberto Carlos'u verdiğinizde ne yapacağı Holosko'yu, Nobre'yi, Tabata'yı, Zapo'yu, Bilica'yı verdiğinizde ne yaptığıyla ölçülemez... Bu tamamen ayrı bir yazı konusu...
Bugünün futboluna Türk Futbolu dediğimiz at gözlüğüyle bakan insanlar hakim güç olmaya devam ettikçe, sonumuz aydınlığa çıkmayacaktır... Bunu siyasete, ekonomiye, sosyal yaşam koşullarına da uyarlayabilirsiniz elbette... Hatta bunlardan hiçbirini birbirinden soyutlayamazsınız... Futbol dediğimiz şeydeki hassas nokta ise şu: bizim memleketimiz halen elindeki büyük futbol potansiyelinin farkında olmayan, bu potansiyelin %30'unu ortaya çıkardığında övünmekten başka şeye vakit bulamayan yöneticilerin elinde çürüyor... Üst üste ikinci Dünya Kupası'nı evimizde izlemekle yetiniyoruz ve bundan şikayet ettiğimizde "sanki eskiden her sene gidiyor muyduk" deniveriyor... Aynı memlekette futbol izlemek için ise halktan en az 400 Milyon Dolar para toplanıyor... İşte her şeyin dönüp dolanıp bağlandığı nokta da tam burası...

İyi ki doğdun

Seba! her yılbaşında sana söyleyecek bir tek sözüm var : "Seni ne kadar çok seversem o kadar çok olsun ömründen geçen yıllar..." Seba! Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım! Ne zulüm, ne ölüm, ne korku başımı eğemez! Yalnız senin elini öpmek için eğilir başım. Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım... Şiir: Nazım Hikmet (Baba kelimeleri günün anlam ve önemine uygun olarak Seba şeklinde değiştirilmiştir.)

Üçlü savunma üzerine güzel bir yazı

Uğur Meleke yine döktürmüş, üçlü savunma üzerine çok güzel bir yazı ortaya koymuş. Önce yazıyı hep beraber okuyalım ardından da şeytanın avukatlığını yapmaya başlayalım. Bütün bu hengamenin ortasında, eksi değerlerin yöneldiği üçlü savunma günümüz futbolunda nasıl uygulanabilir? Bunun bir çaresi var mıdır, yoksa gerçekten üçlü savunma tarzı artık ölmüş müdür? "Beşiktaş, Ankara deplasmanında üçlü defansla mücadele etti; şimdi de G.Saray’ın Sivas’ta aynı dizilişle oynayacağı söyleniyor. İster istemez insanın kafasında soru işaretleri oluşuyor: Bolca sistem değişikliği yapıp bundan söz ettirmekten de hoşlanan Mustafa Denizli dâhi mi, deli mi? 4-3-3’e tutkuyla bağlı Rijkaard gerçekten üçlü savunma dener mi, bu sistem uzun ömürlü olur mu? 3-5-2’nin ilk uluslararası uygulayıcısı Meksika’86 şampiyonu Carlos Bilardo’ydu. Maradona’lı Arjantin’in 3-5-2 ile yaptığını daha sonra 90’da Almanya ve 94’te Brezilya da başardı. 4-4-2 âşığı İngilizleri bile yoldan çıkaran ve 90’ları domine eden 3-5-2’nin dünya futbol haritasından silinme nedeniyse, 4-3-3’ün yaygınlaşması oldu. Çünkü (4-5-1’e dönüşebilen) 4-3-3’ü başarıyla uygulayan bir takıma karşı 3-5-2’nin savunması yetersiz kalıyor; üç hücumcuya karşı defansınızı mecburen (kenar adamlarını ekleyerek) beşliye çıkarıyorsunuz. O zaman da saha paylaşımı dengesizleşiyor: Üç forvete karşı siz 5 savunmacıyla oynayıp, orta sahada kalabalık olma hedefinizi uygulayamıyorsunuz. Ve eğer diğer bütün şartlar eşitse 4-3-3 oynayan takım, 3-5-2 dizilen rakibine göre sahayı daha iyi parselliyor. Denizli’nin 3-5-2’si Denizli’nin A.Gücü’ne karşı oynattığı 3-5-2’nin sorunu da biraz buydu. Üzülmez ve Ekrem çizgi hücumcularını karşılama misyonuyla ileriye hemen hiç çıkmayınca sistem 5-3-2’ye döndü. Orta üçlü de defansif seçilmişti, dolayısıyla Bobo-Holosko ikilisi rakip savunmanın içinde yalnız kalarak çaresizce sağa sola koşturup durdular. Aslında skorlar arasındaki gece-gündüz farkına da aldanmamak lazım; Denizli’nin Eskişehir maçının son 1 saatinde kullandığı formasyonun, A.Gücü önündekinden çok bir farkı yok. Sadece geçen cumartesinin ön stoperi Toraman, bu cuma 5 metre geriye gelip savunma ikilisinin arasına girdi. Ama Eskişehir önündeki orta saha (Fink-Ernst-Tello), A.Gücü göbeğinden (Fink-Necip-Uğur) daha ofansif olduğu; Çalımbay’ın son 1 saatteki futbolu da hiçbir şeye benzemediği için iki maç arasında kilometrelerce fark oluştu. Rijkaard’ın 3-4-3’ü Rijkaard’ın 3-4-3’üne gelince... Hollandalı Hoca, 2007 ilkbaharında Ş.Ligi’nde Liverpool’a elenip La Liga’da da Real’e geçildiği kâbus döneminde 5-6 maçlığına bu sistemi denemişti. Takım dizilişine hiç dokunmamış, sadece savunmanın göbeğinde Puyol’a eşlik eden Marquez’i birkaç adım ileriye, Xavi-Deco-Iniesta üçlüsünün arkasına kadar çıkarmıştı. (Aynen Toraman gibi: Eskişehir önünde birkaç adım ileride oynayan Toraman, A.Gücü maçında o adımları geri geldi işte) Sanırım Sivas önünde Rijkaard’ın yapacağı da bu. Rijkaard’ın yeni Marquez’i, Lucas Neill... O gün Puyol’a göre ayağına daha hâkim, futbol aklı daha ileride olan Marquez, oyunun merkezini bir adım daha ileriye taşıyacaktı. Bugün de Neill’dan beklenen bu. Yalnız arada nüans var: O gün Barcelona’nın geri üçlüsünün sağındaki Oleguer’le, solundaki Zambrotta stoper özellikli oyunculardı. Barcelona ideal 11’ini ve kalan 10 kişinin pozisyonunu hemen hiç değiştirmeden, sadece Marquez’i öne çıkararak üçlüye dönebilmişti. Bugün G.Saray’da defans üçlüsünü ofansif bekleriniz Sabri-Caner’le kurmanız mümkün değil. Servet’in iki yanına E.Güngör ve Hakan’ı koyarak yapmanız olası, ama bu durumda da (formda Sabri’yi ve belki Caner’i de 11’de tutmak için) orta sahada derin bir revizyona gitmeniz gerekecek. Bu da takımın kimyasıyla tümüyle oynamak demek. O yüzden Rijkaard’ın Barcelona’dayken de uzun sürmeyen bu denemesinin, G.Saray’da da devamlılığı olacağını zannetmiyorum. Mazzarri’nin 3-5-2’si Dünya futbolunu yakından takip edenlerin aklında şu anda, “Öyleyse Napoli halen Serie A’da üçlü savunmayla nasıl başarılı oluyor?” sorusu olduğunu tahmin ediyorum. Yanıtı kısaca şu: 80’ler ve 90’larda (futbol daha yavaş oynandığı için 100 metreyi koşup geri dönebilen kenar adamlarıyla) ofansif düşünceyi temsil eden üçlü savunma, 2010’larda kusursuz kapanıp kontra atağa dayalı top oynayan ekipleri sembolize etmeye başladı. Reggina ve Sampdoria’dan sonra Napoli’de de bu düzeni kullanan Mazzarri, (3 görünümlü) 5 kişiyle defans yapmaktan da, maçın çoğunda topun rakipte kalmasından da rahatsız değil. Onun derdi Lavezzi’yle Quagliarella’yla hızlı kontra atağa çıkıp Hamsik’le Denis’le işi bitirmek... Zaten kısıtlı bir kadrosu olan, Serie A’da Avrupa bileti kavgası yapan bir takımı böyle bir oyun anlayışına sahip olduğu için de yargılayamazsınız. Mustafa Denizli’nin Ankara’da oynattığı futbolun da Mazzarri’nin Napoli’sinden bir farkı yoktu. Bu noktada acayip olansa şu: 100 milyonluk Napoli, iki katı değerindeki Milan’a/Inter’e karşı bu düşünceyle oynuyor. 100 milyonluk Beşiktaş’sa yarı değerindeki A.Gücü’ne karşı... Beşiktaş’ın Ankaragücü’ne başarılı pas sayısında 340-256 mağlup olması doğal değil. Galiba Beşiktaş’ın üç cümlelik sorunu da bu." http://www.milliyet.com.tr/rijkaard-in-ucu-denizli-nin-ucu/ugur-meleke/spor/yazardetay/05.04.2010/1220736/default.htm?ver=37

Ara