.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

.

.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Şehr-i Hüzün 2

Yılın ilk 4 ayındaki iş yoğunluğunun geçip, cicim aylarının başladığı dönemlerdeyim. Ofiste bütün günü arada sırada gelen ayak işleri haricinde PES oynayarak geçiriyorum. Gece 12'de çıktığımda şükür dediğim günlerin peşine gelen bugünlerde sudan çıkmış balık gibiyim, saat 5'e yaklaşırken telefon defterime saldırıp, o an için en özlediğim arkadaşımı arayıp kelepçeyi takıyorum ona... Yine böyle bir gündü, 17 yıl önce tanıştığım bir dostumla geçirilen güzel vakitten sonra eve dönmek için metroya bindim. 4. Levent'ten çıkarken, benle aynı vagonda 35 yaşlarında bir kadın taşımaya çalıştığı devasa koliyle gözüme takıldı. Koliyi bırak kaldırmayı, yerde sürüklerken bile çok zorlanıyordu. Karşılıksız iyiliğin yok olduğu, her yapılan iyilikte kesin olarak bir çıkar beklentisinin var olduğu sanılmakta yaşadığım şehirde. Bu yüzden biraz da çekinerek; yardım isteyip istemediğini sordum, o da metro çıkışına kadar yardım edersem çok memnun olacağını söyledi, beni utandırıncaya ve mahçup edinceye kadar da teşekkür etti. Gidilecek yolun önemli bir kısmı yürüyen merdivendi zaten, ancak bir veled-i zinanın o sevdiğimin tuşuna basacağı aklıma gelmiyordu. Kolide takribi 30 kg çekmekte olan bir mini fırın vardı. Yukarı çıkınca taksiye doğru yöneldim ancak evinin taksiye binebilecek mesafeden yakında olduğunu söyledi ve yardımım için güzel dilekleriyle beraber binbir teşekkür etti. Ben tekrar çekinerek evinin olduğu yere kadar da taşıyabileceğimi belirttim, evin harp akademisinde olduğunu öğrenince ev arkadaşımın babasının da subay olduğunu, bir dönem burda kaldıklarını ve benim de akademide birkaç gece geçirdiğimi söyledim, belki de böylelikle kadının tedirginlikten kurtulmasını istedim ki tedirginliği yalnızca benim şüphemdi, zira bana en ufak bir duygu yansıtmadı... Akademiye kadar olan 400 metrelik yolu yürürken bu iyiliğim karşısında mahçup olduğunu, akademide en azından bir kahve ısmarlamak istediğini söyledi, girişin zorluğunu bildiğimden ve onu böylesine bir zorlukla karşı karşıya bırakmamak için kibarca geri çevirdim. Yorulduğumu fark etti, bir bankta soluklanalım dedi. Tekrardan ne yapabileceğini sorunca, o an ondan isteyebileceklerimi düşündüm ve ikinci kez düşünmeden de sıraladım. 11 yıl önce vefat eden dedem, birkaç ay önce kaybettiğimiz ev arkadaşımın annesi için, bir de önümüzdeki 20 günde çok kritik 2 derbiye çıkacak takımım için kendi dini inançlarınca dua edesin ablam başka birşey istemem dedim. Sonra garip tesadüf ortaya çıktı, bir yıl kadar komşuluk yaptığı kaybettiğim melek teyzemi tanıdığını, vefatına çok üzüldüğünü ve bizi yukarıdan izleyen 2 sevdiğim için eve gittiğinde ilk iş olarak yasin okuyacağını söyledi. Ancak Beşiktaş için istediğim duaya pek bir mana verememişti, kaldı ki onun gözünde iyi bir intiba bırakmıştım, benim gibi okulu bitirmiş, işinde gücünde koşan bir adam için bu çok sonra gelecek bir istekmiş gibi düşündü. Aklıma gele gele bunun gelmesi onu çok şaşırtmıştı, ve şaşkınlığını da dile getirdi zaten... Son birkaç aydır keyifsiz olduğumdan bahsettim. Berbat giden özel hayatın, işin yoğunluğunun beynimi nasıl mıncıkladığından... Kendimi en özgür, en güvende, belki de en kendimde hissettiğim yerin sadece ve sadece Şerefbey olduğundan... Ve geçtiğimiz pazar günü canımın nasıl da yandığından... Onun için futbol hepi topu 22 kişinin top peşinden koşmasıydı, fazlası değildi, hele ki taraftarlık olgusu ona çok ama çok uzaktı. Beni anlamıştı, ancak bir dua isteme şansı olduğunda bireysel bir istek değil de, tuttuğu takımla ilgili bir istek gelmesini anlayamıyordu. Takımımı çok sevdiğimi, bahsettiğim 2 derbide gerçekleşebilecek 2 galibiyetin ve bunların paralelindeki 2 kupanın takımımı çok sevindireceğini söyledim. O sırada kalktık, kalan 200 metrelik yolu yine konuşarak bitirdik, bana istediğim 3 duayı edeceğine dair söz verdi ve benden hakkımı helal etmemi istedi. Gani gani helal ederek yanından ayrıldım. Hayata dair iç burkan detaylar... Bazısı çok nesnel bazısı çok öznel... Bir insanın nedensiz bir iyilik gördüğünde afallaması, bir şekilde o yardıma bir iyilikle karşılık göstermek istemesi. Yardım edenin yanlış anlaşılırım şüphesi, karşısındaki minnetinden dolayı mahcubiyeti... Akla sadece ve sadece duanın gelmesi, öyle ya daha başka ne gelebilirdi ki, ancak bu dua için kaybedilen en çok sevdiği 2 kişinin-ki pek yakında kaybedenin ortak tanıdık çıkması- peşine dünyevi olarak ilk akla gelenin sadece ve sadece Beşiktaş olması... Hakan Şükür 2005-06 sezonunda kendisinden 800 km uzaklıkta bir maçın berabere bitmesi sonucu gelen şampiyonluktan sonra çok dua ettik diye ağlarken ona hiç kızmadığım kadar kızmıştım. Dua etti diye şampiyon olduklarına inanmasına çok kızmıştım, diğerlerinin değil de onun duasının kabul olduğuna inanmasına herhangi bir mantık kurmak mümkün değildi. Ben de biliyorum elbet, bir duayla bırakın maç kazanmayı, taç bile kazanılmayacağını... Hem dualarla bu işler olsaydı, öyle ya birinin duası diğerinin antitezi veya panzehiri her neyse öyle bir şeyi mi olacaktı... Veya şampiyonluk, futbol bir yana; hayatında dua etmeyen, inanmayan bir dolu güzel insanın başına hiç mi iyi bir şey gelmeyecekti? Çok istediğim, gerçekleşmesi için elimden geleni yapabileceğim 2 olay için, hiçbir şekilde aferin almak veya minnet borçlandırmak adına yapmadığım, çaresiz ve sıkıntıda bir insana bulunduğum yardımdan sonra kişinin mahçup bırakılmama isteğine karşı aklıma yegane gelen buydu. Ne bazı şeyleri yoluna koyma ne mevki ne de para... Belki de o abla bana bir lamba verip, 3 dilek hakkımın olduğunu söyleseydi, yine ilk 2 dileğim o 2 kupa olacaktı... Sözlükte başlayan, siyah beyazın harman ettiği güzel bir mekandayız... Ne sözlük formatı gibi takıntılar ne döte girebilir şüphesi ne de birbirimize karşı şekil koyup prim ve popülerite kazanma kaygısı var burada... Dost sohbetinde konuşur gibiyiz. Bu satırları da buraya, duygusal bir mastürbasyon yapmak için koymuyorum. Susamışlığın, açlığın artık ne hale geldiğini, "elden geldiğince"nin artık ruhaniyete taştığını, hatta kendi ruhaniyet sınırlarından bir şekilde başkalarınınkine etki edinceye ulaştığını fark ettim. Pazardan bu yana ne kadar keyifsiz olduğumu düşündüm tekrardan, kendimi en kendim hissettiğim yerden bu kez kendimden ne kadar uzak ne kadar yabancı çıktığımı anladım. Tüm bunların nedeninin sadece 90 dakikalık karaktersiz futbol olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. Ancak o son 90 dakika, gerçekten çok seven bünyeleri daha da gerçekten çok yıprattı... Son 4 günde karşılıksız iyiliği görenlerin afalladığını, olabilecek en güzel festivallerden birine giderken toplu taşıma aracının altında bir canın yitip gittiğini, çok sevenler tarafından geri sayımlarla beklenen bir günde çok sevdikleri tarafından hayal kırıklığına uğratıldığını gördüğüm bu şehir şu zamanlarda çok hüzün kokmakta. Bahsettiğim 3 durum/olay birbirinden bağımsız ve birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar burkmaktalar yüreğimi. Bir insanın yalnızlığı, bir canın kaybı veya bir hüsran bunlar ne aynı kefeye konabilir ne karşılaştırabilir, yoksa elbette bir can kaybından daha acısı ne olabilir... Bazı hüzünlerin geri dönüşü olamıyor ne yazık ki... Bize; siyaha beyaza dönersek eğer, bu sezonluk var hala geri dönüş şansımız. 450 dakika daha yürek istiyoruz sadece, evet çok istiyoruz 2 kupayı da birden, varsın bazıları 30-31 mayısta "sivas şampiyon, fener kupayı kartal yine aldı babayı" (ısırdım dilimi merak etmeyin) diye çığırsınlar, ama ne olur 450 dakikanın bir saniyesinde dahi pazar günkü yüreksizliği görmeyelim.

3 Yorum:

Hayat varsa umut da vardır (William Yılmazoğlu)

EnisteKolaKoy dedi ki...

en buyuk projelerimden birisidir bu tarz yazilari bir sekil hocaya/sorumlu birisine ulastirip, yabancilar icin kendi dillerine cevirtip okumalarini saglamak. ne icin kimler icin mucadele verdikerlini anlamalari icin. aslinda menejer olsa takimin basinda dogru durust mumkun olurdu bunlar da iste bize gelen genelde tek ve somurucu oldugundan biraz mumkunatsiz kaliyor malesef. cok icten, dokunakli bir yazi gercekten.

gregor samsa dedi ki...

kesinlikle selim enişte,kesinlikle...
6 yıldır takımdaki bazı oyuncuların duyarsızlıklar ve vurdum duymazlıkları beni tribünden soğuttu.beşiktaş'a yabancılaştırdı.bu yıl kombine almadım.hatta haftaya çarşamba günü izmir'e dahi arkadaşların gazıyla gidiyorum.
birazcık canını dişine takan ve sorumluluğunu bilen,taraftara saygı duyan topçular istiyorum.
başka birşey değil.
şampiyon olmasak da olur fakat en azından topçularımız da üzüldü.ellerinden gelen bu diyebilelim.
o yüzden 2002 sezonu mazoşistçe de olsa en zevk aldığım sezonlardan birisidir.en azından takımın kapasitesi oydu.
sonu ne kadar dramatik bitmiş olsa da.

Yorum Gönder

Ara