.

.

.
Ekşi Beşiktaş. Blogger tarafından desteklenmektedir.

.

.

25 Haziran 2010 Cuma

Beşiktaş Forması

Quaresma'nın gelişiyle tekrar alevlenen forma tartışmalarına dikkat çekmek için bir kez daha öne alıyorum bu yazıyı. Tekrar olduysa, can sıktıysa kusura bakmayın... Yıllardır ne zaman bir spor mağazasının önünden geçsem içimden bir şeyler kırılır. Kasnaksız parmağa dikiş iğnesinin batması gibi, içim sızlar. Allı pullu formaları görürüm, üstünde haşmetli takım isimleri. tozluklarından tut, diz altına dek uzanan şortlarıyla sanki bir cümbüşün içindeymiş gibi karşılar beni o cansız mankenler. O formaları gördükçe, “şimdiki çocuklar çok şanslı” cümlesiyle başlayan klişelerin içinde boğulup gidersin. Bin bir çeşit futbol topunun arasında, anlı şanlı takım bayraklarının dalgalandığını görürsün, ağlamak istersin ama bir düğüm gelir boğazına takılır. Yıllar öncesine, çocukluğunun nisan ayına götürür seni o spor mağazası. Batik boyanın kokusu hala burnunda, unutamazsın… Sözlükte defalarca kez ilan ettim, yine gururla söylerim. Ben memur çocuğuyum. envai çeşit şehir gezdim, Güneydoğu'nun virane binalarının birinde tek ayağı eksik sıranın üstünde okumayı da öğrendim, batı illerinin kolejinde kapaklı ve tek kişilik sıramda son teknoloji aletlerle İngilizce dinleme dersi de aldım. Nerden geldiğimi iyi bilirim. Çok zorluk çektim ama paranın satın alamayacağı çok büyük mutlulukları da yaşadım şu küçük hayatımda… Memuriyet hayatının standart sonuçlarından ilkokulu bitirmişim. Geçmişimdeki en büyük işkencelerden birini, yani anadolu lisesine giriş sınavını da atlatmışım. Fakat sonuç hüsran olmuş. Ne merkezi ne de diğer anadolu lisesini kazanmak için gerekli derecede fen bilgisi ve matematik sorusunu yapamamışım. Halbuki ilkokulu dereceyle bitirmişim. Bırakın hanemdeki beklentiyi, bütün okul idaresi benden derece yapmamı bekliyor. Yüzüme teselli gülücüğü atanların, arkamdan neler dediklerini duyuyorum. Daha 12 yaşındayken, beklentiyi karşılamanın ne demek olduğunu idrak etmiş oluyorum. Bu dönem içerisinde ailem dört bir taraftan bana en iyi devlet okulunu ayarlamaya çalışıyor. Bense yalnız kaldığım vakitlerde, ilkokul üçüncü sınıftayken basılan Türkiye’nin en iyi öğrencileri albümündeki sikik fotoğrafıma bakıp hüzünleniyorum. Bu depresif dönem birkaç ay daha sürse, tinerci balici bir manyak olup çıkacağım. Küçük yaşta üstüme çöken hüzün bulutu beni manyak etmiş. Garip ve komik umutlara, hayallere kaptırmışım kendimi. Her telefon çaldığında yüreğim hopluyor. Bekliyorum ki Milli Eğitim bakanı evimizi arasın, benim gibi bir öğrencinin devletin normal okullarında harcanamayacağını ve bu sebepten dolayı özel öğrenciler için yarattıkları bir kontenjan aracılığıyla beni Avrupa’da süper mega ultra bir okula göndereceklerini söylesin. Ve ben, sırf benden beklenti içinde olanların başını eğmeyeyim ama gururu da elden bırakmayayım, ahizeyi annemin elinden kaptığım gibi cevabı yapıştırayım: “Teklifinizden çok büyük onur duydum bakan amca. Ama ben başkalarının hakkını yemek istemem. Lütfen bu teklifinizi yüksek puan alan bir öğrenciye yapın.” Ahizeyi yerine koyar koymaz, konfetiler yağsın evin içine. Ertesi gün Milliyet Gazetesi beni sürmanşetten haber haber yapsın. Müthiş gurur abidesi çocuk, bakanın teklifini geri çevirdi! Ama olmuyor. Her geçen gün umutlarım tükeniyor. Aile efradı, çeşitli münazaralar sonucunda beni aşağı mahalledeki Atatürk ortaokuluna yazdırmaya karar veriyor. Bir hafta sonra ön kayıtlar başlayacak, okul kıyafetim için bile ön hazırlıklar yapılmış. Memur babamın memur maaşının hesabına yatması bekleniyor… Ve bir cumartesi sabahı, telefonun acı acı çalan sesiyle irkildiğimi hatırlıyorum. Annem açıyor telefonu, babamla benim okul durumumu konuşuyorlar. Annemin okul servisi bize mi ait olacak sorusundan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. İçimde bir kıpırtı var ki sormayın gitsin. Annemin hayırlısı olur inşallah cümlesiyle bitiyor konuşma. Yatağıma sanki beni inşaat kolonu gibi sabitlemişler. Vücudum kaskatı olmuş, gerim gerim geriliyorum ama bir türlü yataktan çıkamıyorum. O gün akşam babam eve gelene kadar, anneme o telefon konuşmasını hiç sormadım. Bende hala o dangalak hayalin izleri var. Ters bir cevapla yine ofsayta düşmek istemiyorum. Halen kalbimin bir köşesinde, milli eğitim bakanının babamı aramış olma ihtimali yatmaya devam ediyor. Ve ben bu ruh halini bir kez daha öldürmeye niyetli değilim… Klasik bir akşam yemeğinden sonra yine aile üyeleri dört bir yana dağılmış. Annem mutfakta bulaşıklarını şahane kırmızı plastik eldivenleriyle kaynar sudan geçiriyor, salak abim elektronik set denen zımbırtıdan, oyuncağından radyo yapmaya çalışıyor, ablam arka odadaki küçük balkonda gizlice sigara içmeye çalışıyor ve ben yarın video kaset dükkanından hangi filmi kiralayacağımı hesap ediyorum. Bu hengamenin orta yerinde babamın elini hissediyorum omzumda. alıyor beni karşısına ve konuşmaya başlıyor: -Oğlum bugün beni kolejden aradılar. Seni okullarına kabul edecekler. Burslu okuyacaksın. Biz sadece servis ve yemekhane paranı karşılayacağız. Ama o bile benim maaşımın dörtte biri kadar büyük bir rakam. Ben ve annen senin iyi yetişmeni, iyi okullarda okumanı istiyoruz. Biz senin için büyük bir fedakarlığa gireceğiz, bizi utandırma… Bizi utandırma, utandırma, tandırma, andırma, dırma… Bu ses sürekli kafamda yankılanıyor. Kendimi büyük ikramiyeyi bir rakamla kaçırmış dingiller gibi hissediyorum. Olabildiğince mutlu bir yusufçuk pörtletirken kalbimi, aynı zamanda bir hançer de saplanıyor zihnime. Yine ağır bir yük, yine yaşımdan büyük bir sorumluluk bekliyor beni anlıyorum… Gel zaman git zaman derken okul başlıyor. Okulun ilk günü babam ilk okul harçlığımı elime tutuşturduğunda dizlerimin bağı çözülmüştü çok iyi hatırlıyorum. O güne kadar hiç görmedim bir paraydı o. Gıcır gıcırdı, şimdiki kafamla hesap ediyorum pizza krakerden o parayla yirmi tane alabiliyordum. Parayı cebime koyarken elim titredi. Çok sonraları anladım, adamcağız zengin çocuklarının arasına salarken beni, utanmayayım diye vermişti o parayı. El çocukları hayvan gibi para harcarken boynum bükük kalsın istememişti. Çok iyi anımsıyorum, o ay evimize yetmişlik rakı girmedi. Babam zoraki sigara değişikliğiyle bir ay boyunca şimdi ismini hatırlamadığım ucuz ve kalitesiz bir sigara içti. Kalitesizdi çünkü, her yaktığı sigarayı en az üç kez tekrar yakması gerekiyordu. Okul açıldıktan birkaç gün sonra öğretmen elime bir liste tutuşturdu. On küsür kitap ismi vardı üzerinde. Aynı gün babamla kırtasiyeye gittik kitapları almaya. Ve bir artçı şokla daha karşılaştık. Ödememiz gereken meblağ babamın bir aylık maaşından fazlaydı. Çaresizdik, elimiz boş döndük evimize. Apartmanın girişindeki kuyumcunun oğlu Hakan ile aynı sınıfa gidiyorduk. Rica minnet kitaplarını ödünç aldık. Babam dairede fotokopilerini çektirdi. Parlak beyaz ciltle bir gece boyu onları zımbalayıp hazırladık. O gece ben hep babamın gözlerinin içine baktım. O çabanın, bitmek bilmez mücadelenin abidesine bir kez daha hayranlık duydum. Ve o zaman anladım, utandırmamanın ne denli önemli bir halt olduğunu. Verilen çabaların, harcanan eforun nasıl da önemli olduğunu o dev gibi adamın gözbebeklerinden okudum… Kolejde geçirdiğim o yıl boyunca hiçbir zaman arkadaşlarımın imkânlarını kıskanmadım. Sidik yarıştırmaya kalkmadım, kendi imkânlarımı hiç sorgulamadım. Tek derdim, ailemin boynunu bükmemekti. Başaramayan çocuk olmaktan çok korktum, öğretmenlerin gözbebeği olmak için çırpındım durdum. Öğle aralarında bile ders çalıştım, akranlarım top peşinde koştururken durmadan çalıştım, çalıştım, çalıştım… Nisan ayıydı. bahar çiçekleri dört bir yandan kollarını toprağa uzatmaya başlamıştı. Derslerim iyi gidiyordu, annem ve babam veli toplantılarından her dönüşte sevgiyle beni kucaklıyordu. Çok ısrar ederdim ama öğretmenlerin neler söylediğini bana hiç anlatmazlardı. Herhalde şımarırım diye korkarlardı, memur evinde göğüs kabartmak yasaktı. Her şeyimiz mütevaziydi, sevinçlerimiz bile… İşte o bahar günlerinin birinde enteresan, unutamayacağım bir şey oldu. Beden eğitimi hocamız bir önceki hafta bizden, tuttuğumuz takımın formasıyla gelmemizi istemişti. Muzip bir tavırla tuttuğu takım Fenerbahçe’nin kaç kişinin üstünde olacağını görmek istiyordu. Ertesi hafta, soyunma odasında etrafıma baktım. Allı pullu formalar saçıldı dört bir yana. Envai çeşit Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş formaları. Adana Demirspor forması getiren bile vardı. Allahım, o ne korkunç güzellikte formalardı öyle. Yakarlı o biçim afili, kiminin uzun kollu kiminde arması göğsünde. Halkbank reklamlı olanı bile ayrı bir ihtişamlı geliyordu bana. Benim formam yoktu. sağ omuz arkası çamaşır suyu lekeli blue jean yazılı beyaz tişörtüm ve halk pazarından alınmış peygamber donu uzunluğunda üç beden büyük mavi şortum vardı. O gün kendimi çok ezilmiş ve mağdur hissettim. Armalı, orijinal Beşiktaş formamı üstüme çekemedim diye çok üzüldüm… Okul çıkışında eve gittiğimde annem de anladı bendeki hüzünbaz hali. Bir iki sorgu sualden sonra döktüm içimdeki isyanı. Kadıncağız oturdu koltuğa ve düşünmeye başladı. Şöyle olur böyle olur mu derken içeriden ağabeyimin en sevdiği beyaz tişörtü aldı geldi. Tişörtün tam önünde dört tane yan yana dizilmiş dikine dikdörtgen vardı. İçleri sarı renkti. Sırt kısmında da ufacık Adidas yazıyordu. Dikiş dolabından batik boyalarını çıkardı. Bir sanatçı titizliğiyle saatlerce uğraşarak o sarıları siyaha çevirdi. Ve kuruması için balkona astı… Ertesi hafta gururla giydim “Beşiktaş formamı” üstüme. Ben de artık siyah beyazdım. Ben de artık diğer çocuklar gibi üstünde forması olan bir Karakartal'dım ulan. Resim dersinde sağ omzuma iğrenç el yazımla Bjk bile yazmıştım. Artık o günden sonra forma giyme zorunluluğu ortadan kalkmış olsa bile bütün beden eğitimi derslerimde sarı yerleri annemin el emeği siyah batik boyalarıyla kapatılmış formamla endam ettim. Ayağıma her top geldiğinde defanstayken Ulvi oluyordum. Orta sahadan atağa kalkarken Zeki’nin çevikliği vardı bende. Rıza’nın sağdan gelen muz ortasında Ferdinand oluyordum, kafayı çaktığım gibi meşin yuvarlağı doksana yolluyordum… İşte, Beşiktaş forması nazarımda bu yüzden kutsaldır. O tribünler “o forma kutsaldır, nasip olmaz herkese” diye bağırdığında içim yanar. Onları en iyi ben anlarım. El emeğinin, akıtılan terin, kutsal değerlere sahip çıkmanın özünü çok iyi bilirim. Sevgili annemin imkânsızlıktan mucize yaratan o kocaman yüreğine kurban olurum. Babamın fedakârlıklarla dolu mücadelesinin önünde saygıyla eğilirim. Beşiktaş forması kutsaldır, nasip olmaz herkese çok iyi bilirim… Ben şimdi o formayı dolabımın bir köşesinde özenle saklıyorum. Bir gün oğlum olunca, o kutsal formayı ona vereceğim. Sevginin, mücadelenin, emeğin, umudun öyküsünü anlatacağım ona. Hayatta karşılaştığı bütün zorluklarda aynı benim yaptığım gibi bu kutsal formadan güç almasını isteyeceğim. En büyük dileğim de beni utandırmasın. Bu ülkede yetişmiş en büyük mahalli ruha, Beşiktaş taraftarlığına aynı düzeyde sahip çıkmasını isteyeceğim çok az kişiye nasip olacak Beşiktaşlılığı aynı sevgiyle, aynı bilinçle sonraki kuşaklara taşımasını dileyeceğim ondan… şerefiyle giysin o formayı, hakkıyla terletsin… Not: Zamanında gecenin bir yarısı sözlüğe yazmıştım. buraya da yakışıyor...

9 Yorum:

yatacak yerin yok! dağıttın gece gece! yazıda kendi babamı görmek mi daha çok koydu, giyilen ilk beşiktaş formasının yarattığı heyecanı hatırlamak mı bilemedim?! muhtemelen buna benzer hikayeler yaşamıştır buradakiler. çok olasıdır ki herkes bu yazıda kendi babasını da görmüştür ama çok az adam bu kadar esaslı anlatır herhalde. eline sağlık.

scugnizzi dedi ki...

son zamanlarda okuduğum en iyi yazı.

Bir sey demezsem sanki bu yaziya ayip etmis olacagim, ama diyecek bir sey de bulamiyorum.

Hislendim, sag ol. Bu cikti birkac yaz-sil seansindan sonra..

Jokond dedi ki...

Memur çocuğu olmak çok özel bir şeydir ben buna inanıyorum. Teşekkür ederim güzel sözleriniz için...

AQ-47 dedi ki...

Damar...çok şey ifade ediyor...bir taraftar grubunun çoğunluğunu anlatıyor belki de.

Unknown dedi ki...

"...memur evinde göğüs kabartmak yasaktı. Her şeyimiz mütevaziydi, sevinçlerimiz bile..."
Cok guzel bir yazi olmus, yuregine saglik.

manial dedi ki...

eline,koluna sağlık...

Yorum Gönder

Ara